Kitaplarım

                                                                                   HAYAT

 

VE

 

 ÖZGÜRLÜK

 

 

 YARGILANAMAZ

 

 

 

 

      Özel yetkili

 

 

6. AĞIR CEZA MAHKEMESİ

 

 

 

       BAŞKANLIĞI’NA

 

 

 

 

                             DİYARBAKIR

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

DOSYA NO       : 2010/444 Esas

 

 

 

 

 

YARGILANAN  : Ramazan MORKOÇ

 

 

 

 

 

TUTUKLAMA TARİHİ:   29,9.20O8

 

 

 

 

İLK DURUŞMA TARİHİ            : 18.10.2010

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SUÇLAMA               : TCK’nın devletin birliği- bütünlüğüne karşı suçları düzenleyen ve Ağırlaştırılmış Müebbet Cezasını öngören 302 Sayılı Kanuna Muhalefet,

 

 

 

 

MÜDAFİLER: İlhami Sayan, Nermin Selçuk, Mustafa Eraslan,  Bayram Aydemir, Sedat Demirtaş, Cebbar Laygara, Cemil Özen, Metin Kılavuz, Nuşin Uysal, Cihan Aydın, Feride Lâçin, Kezban Yılmaz

 

 

 

 

 

KONU  : 2010/444 Esas Sayılı Dosyadaki

İsnatlara karşı savunmamdır

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                          Önsöz

 

 

 

 

Türkiye cumhuriyeti tarihinde,1944 Anayasa’nın kabul edilişinden günümüze kadar devam eden süreç; Kürtler açısında varlığını inkâr, imhada ısrar, her türlü ulusal haktan yoksunluk, kültürel ve siyasi soykırım ile zor asimilasyon yöntemlerinin iç-içe uygulandığı, karanlık on yıllar demektir. Ancak bu faşist imha ve inkar konsepti, sözkonusu süreçte, devletin yasama, yürütme ve yargı erk’leri tarafından, belli bir plan dahilinde sürekli olarak uygulanmasına rağmen; yinede mazlum Kürt halkının özgürlüğe olan sevdasını, zulme karşı destansı mücadele ve direncini yok edememiştir.

 

Cumhuriyetin ilk döneminde darağaçları ve katliamlarla yürütülen bu ezme politikası, ince yöntemlerle günümüze kadar da sürdürülmüştür. Şüphesiz ki bu politikanın sürdürülmesinde, Türk yargı organlarının, her zaman özel bir yeri ve misyonu olmuştur. Ne var ki, cumhuriyetin ilk yıllarındaki istiklal mahkemeleri; sonraları Sıkıyönetim ve Devlet güvenlik mahkemeleri adıyla özünü koruyarak biçim değiştirmiş, günümüzde ise Özel yetkili ağır ceza mahkemeleri olarak ve adeta kendini yeniden üreterek varlığını devam ettirmektedir. Ancak tabelalarındaki yenilenmelere karşın, özü ve bu mahkemelere egemen olan ittihat terakki ‘nin ırkçı, Kürt düşmanı zihniyeti değişmemiş, tüm canlılığı ile yürürlükte kalmıştır.

 

1925 şeyh said ayaklanmasının, çok kanlı bir şekilde bastırılmasının akabinde, Diyarbakır’da kurulan istiklal mahkemelerinin savcısı Süreyya bey’in dönemin başbakanı İsmet İnönü’ye yazdığı mektuptaki aşağıdaki ibareler, günümüzde biçim değişerek, özel yetkili ağır ceza mahkemelerin savcı ve yargıçların zihniyetinde aynen yaşanmaktadır.

‘ Genç cumhuriyetimiz, bir Kürdistan devleti kurmak hayalinden dolayı, ciddi bir tehditle karşı-karşıyadır. Bu tehdidi bertaraf etmek için, Kürdistan’da baş olabileceklerin hal edilmesinin zorunluluğu elzemdir.’

 

O dönem Kürdistan’da baş olabilecek, yani Kürt toplumuna öncülük yapabilecek aydın veya temsilciler, darağaçlarında can vererek,’hal’ edildiler. 1990’larda ‘failli meçhul’ denen sokak cinayetlerinde ’hal’ edilirken; yünümüzde ise AKP’de somutlaşan yeşil Türkçü faşistler tarafında, Kürt toplumunun yedi bini aşkın seçilmiş ve siyasetçiler, ‘KCK operasyonları’ adı altında gerçekleştirilen siyasi soykırımla cezaevlerinde çürütülerek ‘hal’ edilmek istenmektedir. Hiç kuşkusuz ki zihniyet, yine aynı imhacı zihniyettir.

 

Hatırlayınız… 2009 yerel seçimlerinde, Kürt özgürlük hareketinin Belediye başkanlığı ve il genel meclis seçimlerindeki büyük başarısı; o dönem Başbakan yardımcısı ve ‘terörle mücadele yüksek kurulu’ başkanı sıfatıyla Cemil Çiçek tarafında, hemde 29 Mart seçiminden birkaç gün sonra yapılan değerlendirmede;

“Bunlar Ermenistan sınırına dayandılar. Bu durum ciddi bir güvenlik tehdididir. Partiler üstü bir devlet yaklaşımı ile elle alınmalıdır.” Şeklinde ki sözleriyle karşılanmıştır. Bu zihniyetin, istiklal mahkemesi savcısı Süreyya beyin zihniyetinde hiçbir farkı yoktur. Üstelik bu sözleri ifade eden ‘devletli’ şahsın,12 Eylül askeri diktatörlüğünden bu yana kurulan tüm hükümetlerdeki kilit rolü dikkate alındığında, yaklaşımın önemi de kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

 

Nitekim bu değerlendirmeden 13–14 gün sonra, ilk kitlesel ‘KCK operasyonu’nun – hemde PKK’ nin 13 Nisan 2009 günü ilan ettiği tek taraflı ateşkese kararından bir gün sonra- gerçekleştirilmesi, kararın AKP hükümeti’nin onayından da öte, bir devlet kararı olduğuna hükmetmektedir. Daha sonra dalgalar halinde devam eden bu siyasi soykırım tutuklamaları ile demokratik siyaset alanının Kürtlere tümden kapatılması yönünün de,zamana yaydırılan bir tasfiye operasyonun sürdürüldüğü,artık net olarak ortaya çıkmıştır. Bugün itibarıyla mevcudu yedi bini aşan bu tutuklama furyasının ve akabinde açılan özel davaların, hukuki bir gerekçeden tümüyle yoksun bulunduğu ve dahada önemlisi “ düşman ceza hukuku” çerçevesinde seyreden “siyasi bir dava “niteliğinde olduğu kuşkusuzdur. Bu durumda, söz konusu operasyonları “siyasi rehine operasyonu “olarak değerlendirmek, kanaatimce isabetli ve yerinde bir niteleme olmaktadır.

 

Özcesi; uygulanan korsanvari bir devlet planlamasının dışa vurumudur. Amacı ise Sayın Öcalan’ın hukuk dışı tecridi yoluyla, devlet iradesini kabullendirmek ve kendi çıkarları doğrultusunda  “bir çözüm planını” zorla dikte ettirmektir. Bu korsanca ve kalleşçe tarzın, geçmişte olduğu gibi, mazlum Kürt halkın kesinleşen özgürlük iradesine ve hareketimizin yenilmez direncine çarpıp, bumerang gibi dönüp sahiplerini vuracağından, zerre şüphe etmemek gerekir.

 

Tarihin sayfalarına kara bir leke olarak geçecek bu davada, elinizdeki kitabın yazarı olan Ramazan Morkoç arkadaşla birlikte “sanık” olmak; mahkemenin aykırı tutumuna rağmen, bu davanın tüm “sanıkları” ile beraber yargılama boyunca, kendi ana dilimiz Kürtçede ısrar etmek ve nihayet politik duruşumuzla yargılayanları yargılamak, benim açımdan bir onur ve gurur kaynağı olmuştur.  Bizler hep birlikte, bu utanç verici zülüm operasyonlarının tanığı, sanığı ve mağduru olduk; ama bu hukuk kılıfı yeşil Türkçü hayasızlık akınının önünde, bir an bile diz çökmedik, savrulmadık.

 

Önsözü yazmak üzere elinizdeki kitabın, yayına hazırlanan taslağını okurken; siyasi tespit, analiz ve yorumları içeren bölümden sonra, Ramazan arkadaşın mazlum Kürt halkının mazlum bir evladı olmasının bilincine vardıktan sonraki devrimci çıkışının, edebi bir dille satırlara akan yaşam hikâyesiyle ve anlamlı yaşanan bir hayatın gürül-gürül çağlayan sesiyle karşlaştım. Aslına bakarsanız, her birimizin kişisel yaşamı, bireyi olduğumuz Kürt toplumunun kaderiyle o kadar özdeşleşmiş ki; bir yandan toplumsal direnişi yansıtırken, öte yandan zalim bir devletin zülüm sicilinin tutanağı gibidir. Hem de öyle bir tutanak ki; Türkiye cumhuriyetinin Kürt halkına karşı işlediği insanlık suçlarını içeren iddianamenin, toplumsal vicdanda çoktan mahkûm edilmiş, çürütülmez delilleri niteliğindedir.

 

Bu duygu ve düşünceler içinde, elinizdeki kitabın henüz taslak halinde ki son satırlarını okurken; devletin bu kara sicilinin mutlaka vicdanlarda yargılanıp, tarihin çöplüğüne gönderileceğine olan inancımla, tarihin bu zulme karşı direnenleri er-geç beraat ettireceğine olan güçlü kanaatim, bir kez daha kesinleşmiştir.

 

Kitabı sizlere takdim ederken, bu ürünü anlamlı bir yaşam emeğiyle yaratanlara ve okuyarak yaşatanlara en içten saygılarımı sunmama, lütfen izin veriniz.

 

 

 

                                                                                           Hatip DİCLE

                                                                                           15. Haziran 2011    

                                                            D.Tipi Cezaevi /C/5  DİYARBAKIR

                                                                                          

 

 

 

 

 

 

 

 

                                 1977 Yılında Dünyaya gelen henüz

 

                                 13 yaşında iken,1990’da yönünü dağlara veren,

 

                                 Yıllarca dağları mesken edinen ve

 

                                  Sonrasında kefensiz-mezarsız

 

                                 Yıldızlara gömülen kardeşim-

 

                                 Yoldaşım Necdet’in anısına

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                   YÜZYILIN ŞAFAĞINDA

 

 

 

                  YENİDEN YARGILANMAK

 

 

 

 

 

 

 

 


                                    “Ceza tayin etmek hükümdarların idir. Bizim

                    işimiz ise insanlara doğruyu söylemek,  gerçeği

                                     anlatmaktır. Ve bildiğim kadarı ile gerçeğe

                                    engel olabilecek bir ceza daha icat olmamıştır.”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Gerçeğe, hakikat’e ve halkların özgürlük istemine sadık kalarak yargılamaya ilişkin düşüncelerimi ifade edeceğim. Aslında burada konuşmamayı, hakkımdaki iddiaların hiç birine cevap vermemeyi düşündüm. Fakat burada yargılanmak istenenin kişiler şahsında bir halk olduğu gerçeğinden hareketle susmanın doğru olmayacağına karar verdim. Çünkü bu koşullarda susmak yöneltilen iddialara meşruiyet kazandırmaktır. İnsanlığın gelişmişlik düzeyi karşısında mevcut yargılama ve dava utanç vericidir. İnsanların düşündüğü, inandığı gibi, kendi kimliği ve kültürü ile yaşama isteminin dava, yargılama konusu yapılması yüz yılın en utanç verici uygulamasıdır. Bir akıl tutulması örneğidir. Bu nedenle insanlık vicdanında ve gelecek kuşaklar nezdinde yargılayanlar ile yargılananların yer değiştirmesi kaçınılmazdır. Çünkü yargıç konumunda olanların yargılama hakkı, hukuku ve meşruiyeti tartışmalıdır. Yargılananlar ise bir halkın haklı-meşru taleplerinin savunucularıdır. Bu gerçekliği gözeterek şahsımızda yargılanmak istenen Kürt halkına, onun düşünce-ifade, örgütleme özgürlüğüne ve toplumsal değerlerine yönelen saldırılara karşı düşüncelerimi ifade edeceğim.

 

Tarih cadı avına tanıklık etmiştir. İnsanlık, dünya dönüyor diyen Galile’nin, aynı gerekçelerle, Bruno’nun, Halaç ı Mansur’un yargılanmalarına ve acımasızca katline tanıktır. Adalet, eşitlik ve özgürlük sembolü Denizlerin darağacına gönderilmesi, İbrahimlerin işkencehanelerde katledilmesi ve Mazlum Doğanlar için hayatın işkenceye dönüştürülmesi, zulümle örülü bu diyalektiksel gelişimin yakın tarihe olan yansımalarıdır. Bu anlamda toplumsal buhran, iç savaş, darbe ve karşı-devrimlerde olağanüstü mahkemeler ve yargılamalar başvurulan en etkili araçlardır. İç savaş, karşı devrim ya da darbe süreçlerinde bu tür mahkemeler ve yargılamalar kaçınılmaz olarak gündeme gelir. Her toplumsal alt-üst oluşlardan sonra olağanüstü mahkemelerin kurulması gündemleşir. Bu mahkemelerin kuruluşunu toplu yargılamalar ve yargılı-yargısız infazlar takip eder. Muhalif durumdaki insanlar buralarda akıl almaz alçakça suçlamalara ve en gayri insani uygulamalara maruz bırakılırlar. Uzak-yakın tarih bu konuda çarpıcı örneklerle doludur.

 

Bir zamanlar ıslık çalarak memleketti bölmeye çalışmakla suçlanan Kürtler, güncelde ise sadece mahkemelerde değil, aynı zamanda hükümet yetkilileri nezdinde, bürokrasi tarafında öz vatandaş olmamakla, şiir, makale yazarak, resim yaparak, sivil toplum kurumu oluşturarak teröristlik yapmakla suçlanıyorlar. Geçmişte Musa anter ıslık çalarak bölücülük yaptığı gerekçesi ile mahkûm edilmişti. Ahmet kaya, Yılmaz güney gibi aydınlar Kürtlerden ve onların haklarından bahsettikleri için yargılanmış, linç edilmişlerdi. Deniz gezmiş ve arkadaşları anayasayı değiştirmeyi düşündükleri için idama mahkûm edilip darağacına çekilmişlerdi.

 

Tüm bunlar Türk yargısının yakın tarihteki kararlarıdır. Böylesi kararların altında parmak izi bulunan bir yargı geleneğinin bu yargılamada nasıl bir seyir izleyeceğini kestirmek zor değildir. Bu ülkede her dönem muhalefetin sindirilmesinde yargıya özel misyon biçilmiştir. Kuruluş gerekçesinde yer alan ‘istiklal mahkemeleri sadece birer yargılama organı olarak elle alınamaz’ tespiti, Türk yargısına biçilen misyonu tanımlar. Yargının tarihi boyunca üstlendiği misyon, tüm toplumu denetleme, egemen statükoya tabi kılma ve oligarşik sistemin sürdürülmesidir. Mevcut yargılama ile bu tarihsel misyon bir kez daha yerine getirilmek isteniyor. Ayrıca bu durum salt Türk yargısının değil bölgedeki tüm yargısal süreçlerin ortak özelliğidir. İran da geçmişte şah karşıtlığı ya da rejim düşmanlığı olarak damgalanıp yargılama konusu yapılan her türden muhalif düşünce, davranış günümüzde ALLAH düşmanlığı gibi soyut, göklerin sonsuzluğunda bir son aramaya benzeyen suçlamalarla sürdürülmektedir. Bu kapsamdaki uygulamalarla işkence, idam vb rutinleştirilmektedir.

 

Suriye’de Baasçılığa, Arabistan’da krala biat etmedikleri için muhalifler kitlesel bir biçimde tutuklanıyor, işkence görüyor, gözaltında kaybediliyor, ya da yıllarca hapishanelerde tutuluyor. Türkiye tarihi ise bu konuda en zengin kötülükler hazinesidir. Cumhuriyetin kuruluş sürecindeki toplu kıyımlar, İstiklal mahkemelerindeki yargılamalar, sonraki dönemde komplo, entrikaya dayalı tutuklama ve yargılamalar her yönüyle birer sosyolojik tez konusudur. Bu dava ise tarihsel yaşanmışlıkların toplamı gibidir. Çünkü bu davada hayat ve özgürlüğe dair her şey yargılama konusudur. Hayatın olduğu yerde özgürlük arayışı kaçınılmazdır. Oysa dava her türden özgürlük arayışını suç saymakta, adalet ve insanca yaşam talebini yargılamak, mahkûm etmek istemektedir. Bu nedenle bu yargılama hayata, hakikate ve adalete aykırıdır.

 

Uzak ya da yakın tarihte yaşananlar ve bugün burada yargılama konusu yapılanlar, sürgün, katliam ve asimilasyonla örülmüş acılı bir tarihin güncele taşınmış sonuçlarıdır. Bunlar yüz yıllardır babadan oğula devredilen kanlı bir mirastır. Bu nedenle yüz yılın şafağındaki bu utanç verici yasaklara da, yargılamalara da şaşırmıyoruz. Zorla Türkçe konuşmamız ve Savunmamızı böyle yapmamız dayatılıyor. Bu dayatmayı geçen üç yıl boyunca kabul etmedik, bundan sonrada hiçbir biçimde kabul etmeyeceğiz. Çünkü kabul etsek de tüm tarihsel yaşanmışlıkları sonradan öğrendiğimiz bir dile ifade etmemiz mümkün değildir. Ödünç alınmış bir dille konuşursak kelimeler kifayetsiz kalır, sözcükler tılsımını yitirir. Böyle olunca kanlı, trajedisi bol bir tarihçeyi anlatmak mümkün olmaz.

 

 Burada her hangi bir tarih tahlili yapmayacağım. Kürdistan, ya da Türkiye ye dair tarih anlatımına girmeyeceğim. Sadece yakın tarihi satır başları ile özetleyeceğim.  Bu çerçevede bir halkın umut ve ideallerine dayanarak özgürlük ve adalet uğruna yürüttüğü mücadelesini tanıklık yaptığım kadarıyla anlatacağım. Ölümle, elemle, kıyımla örülmüş bir tarihin, acılara akraba kılınmış bir güncelin ve inkârla, asimilasyonla zehirlenmiş bir hayatın sadece kimi kesitlerini ifade edeceğim. Muhtemelen anlatılanlar hoş karşılanmayacaktır. Çünkü bu topraklarda geçmiş, güncel ve gelecek diyalektiği içinde halklardan ve onların haklarından bahsetmek suçtur, Statüko bekçileri için suikastla-terörle eşdeğerdir. Sömürgeci sistemin, onun dayanağını oluşturan resmi ideolojinin yok saydığı halklardan söz etmek, bu ülkede tüm kötülükleri örten yüz yıllık yalan perdesini yırtmak, resmi yalanlara dayalı rezaleti göz önüne sermektir.

 

Hayatımın birçok kesitinde maruz kaldığım uygulamalara bir kez daha muhatap oluyorum. Devrimci kimliğim, sosyalist düşüncelerim, sömürüye, adaletsizliğe ve baskıya karşı muhalif duruşumdan dolayı geçmişte birçok kez rejim bekçilerinin hedefi haline geldim. Defalarca gözaltına alındım, Sorgu evlerinde işkence gördüm. Rejim düşmanı ithamıyla DGM’lerde yargılandım. Uzun yıllar yüksek güvenlikli hapishanelerde tutsaklığı yaşadım.  Bu dava kapsamında şimdiye kadar tutuklu kaldığım günleri de katarsam toplamında 16 yıl değişik hapishanelerde rehin tutuldum.

 

Bugün bir kez daha bölücülük ve terörizm ithamıyla burada tutuklu bulunuyor ve yargılanıyorum. Bölücülük, yıkıcılık ve irtica bu ülkede sadece güncelin değil, tarihten günümüze kadar her dönemin sorunudur. Tarih boyunca bu üç kavram ve tanımladıkları resmi ideolojinin özünü oluştururlar. Bu üç kavramla tanımlanan ve devletin bekası yalanı üzerine inşa edilen fobiler, bu nedenle sürekli yeniden-yeniden üretilerek güncelleştirilir. Bölücülük, yıkıcılık ve irticaya dayalı fobiler cumhuriyet tarihinin birbirinden ayrılmaz ve cumhuriyete yaşıt üçüzüdürler. Her dönemde iktidarların vazgeçilmez argümanıdır. Kürtlerin bölücülüğü, Müslümanların irticası ve solcuların yıkıcılığı bu ülkedeki resmi yalanların ana gıdasıdır. Bir kez bile gündemden çıkarılırsa resmi ideolojinin sınıfsız, imtiyazsız toplum yalanı dayanaksız kalır ve yalanın perdesi yırtılır.

 

Birçok insan sadece Kürt vardır, Kürtler bir halktır dedikleri için yargılanıp mahkûm edildi. Sanatçı Ahmet Kaya sadece Kürtçe bir klip yapacağım dediği için alçakça saldırılara maruz kaldı, linçe tabi tutuldu. Bu ve benzeri nedenlerle sosyolog İsmail Beşikçi 19 yılını hapiste geçirdi. Mevcut durumda halen aynı gerekçelerle yargılanmaya devam ediyor. Islık çalmak, “Kürt vardır”, “Kürtler bir halktır” demek vb. her dönem resmi ideoloji ve statüko bekçileri nezdinde bölücülüktür, terörizmdir ve yargılama konusudur. Bu durum günümüzde de aynı biçimde devam etmektedir.

 

Dava dosyası kapsamında yöneltilen bölücülük ve terörizm suçlaması her yönüyle geçmişteki inkâr, imha ve asimilasyon uygulamalarının güncele taşınmasıdır. Çünkü sosyalistlerin toplumları ya da ülkeleri bölme, parçalama gibi bir amacı-uğraşı olamaz. Yasalardan önce sosyalist düşünce ve halkların kardeşliğine dair inanç buna izin vermez. Sosyalistler halkların, kültürlerin ve kimliklerin ayrışmasını değil, tüm toplumların farklılıkları içinde eşit, özgür ve demokratik birlikteliğine inanır, bunu savunurlar. Ve her koşulda gerçekleştirmeye çalışırlar. Bu nedenle dosyadaki bölücülük iddiası iftiradır, gerçek dışıdır. Statüko bekçilerinin Kürt halkının özgürlük talebine karşı yok sayma hezeyanlarının bir kez daha dışa vurumudur. Resmi ideoloji nezdindeki Kürt yoktur iddiasının tekrar güncelleşerek bizlere, halkımıza dayatılmasıdır. Kürtler yoktur tezini kabul etmeyenlere karşı bir kez daha tedip- tenkilin gündemleşmesi ve uygulanmasıdır.

 

Dava düşünceyi bölücülük, muhalefet etmeyi ise terörizm saymış ve bu eksen üzerine kurgulanmıştır. Bölücülük iddiası her Kürt için tarihseldir. İktidarlar her ihtiyaç duyduklarında bunu fazlasıyla Kürtlere karşı kullanmışlardır. Aynı zamanda bölücülük iddiası her dönem resmi ideolojinin Kürt halkını yok sayma tekniğinin yeniden-yeniden kendisini üretmesidir. Gerçeği tersyüz etme ve hakikati katletmesidir. Şex Sait İsyanı’nda, Dersim katliamında kurulan darağaçları aynı iddiaya dayandırılmış ve onca zulüm aynı argümanlarla yürütülmüştür. Keza günlerce kan akan Zilan deresi, Ağrı İsyanında yaşananlar, aynı yalana ve aynı argümanlara dayandırılarak yürütülmüştür. Bu anlamda Kürtler ve özgürlük istemi sözkonusu olunca akan kanların, katledilen canların gerekçesi hep aynıdır, bölücülük yalanı, iftirasıdır.

 

Terörizm suçlaması ise ideolojik bir argüman ve yaftadan başka bir şey değildir. Hukuki değil, siyasi bir terim-tanımlamadır. Her ülke ve rejim nezdinde farklı bir içeriğe sahiptir. Baskıcı, sömürücü ve faşizan yönetimlerin her türden muhalif çabayı bastırma, yok etme aracıdır. Zalimlerin kullana-kullana bitiremediği bir katliamlar ve yok etmeler sermayesidir. Uluslar arası hukukta da, ulusal hukukta da her hangi bir net çerçevesi bulunmamaktadır. Her yönüyle konjektürel ve çıkarsal bir tanımlamadır. Konjoktürel gelişme ve çıkarlara göre her an değişkenlik arz eden bir olgudur. Egemenlerin aykırı düşünen herkesi denetime alma, baskı altında tutma ve yok etme istemlerine hukuksal kılıf bulma ve meşrulaştırma çabasıdır. Terörizm kavramıyla tanımlananlar kullanılan şiddetin dozu, düzeyi, sürekliliği, yayıldığı alan ve yarattığı tahribatlar boyutuyla ele alındığında bu tanımlamayı asla hak etmeyecek halkların başında Kürtler gelir.

 

Yüz yıldır kesintisiz bir biçimde fiziki imha ve asimilasyon rejimi ile yok edilmeye tabi tutulmuş Kürtler, terörizmi uygulayan değil, aynı anda bir kaç sömürgeci gücün uyguladığı devlet terörünün kurbanıdırlar. Halepçe kıyımı, Suriye ve Irak’taki enfal uygulamaları, Türkiye’de cumhuriyet tarihi boyunca hayat bulanlar ve İranda Kürtler için hayatın darağacı ile zindan ekseninde kurulmuş olması, Kürt halkının maruz kaldığı devlet terörünü gösterir.

 

Ayrıca bir halkın kendi değerleri ile yaşama istemi, ısrarı ve çabası asla ve asla terörizm olarak ele alınamaz, değerlendirilemez. Bu kapsamdaki düşünce, arayış ve değerleri terörizm ile yaftalamak, mahkûm etmeye çalışmak insanlık için boyun eğmeyi ve köleliği kadere dönüştürmektir. Oysa insan aklı, kozmos ne kadar gerçekse insanlığın özgürlüğü araması ve bir başka dünya kurmayı düşlemesi de bir o kadar gerçektir. Bu nedenle insanın eşitlik, özgürlük ve adalet mücadelesi bir haktır. Bu hakkın kullanımını, gelişimini ne savaşlar, onların yıkım düzeyi ne de bölücülük, terörizm gibi yaftalamalar engelleyemeyecektir.

 

20’inci yüz yılın başında Kürtler Ağrı, Zilan, Dersim, Palu, Mahabat vb yerlerde yaygınca katliama tabi tutuldular. Kıyımda has-bel kader sağ kurtulan dedelerimiz buralarda kurulan göstermelik mahkemelerde yargılandılar. İdama mahkûm edilerek, darağaçlarına gönderildiler. Daha sonra yüz yılın ortalarında babalarımız, annelerimiz aynı gerekçelerle benzer uygulamalara maruz kaldılar. Babalarımız, annelerimiz ve ağabeylerimiz Diyarbakır, Metris, Mamak vb cezaevlerinde yüzyılın en acımasız işkencelerine tabi tutuldular.

 

Sonra bu kanlı gelenek 1990 lar da bizlere devredildi. İsyan etik,  dağların yolunu tutuk. Esir düştük, sorgu evlerinde aylarca işkenceli sorgulara tabi tutulduk. Yargılı, yâda yargısız bir biçimde yıllarca hapishanelerde rehin tutulduk. Şimdi yeni bir yüz yılın başlangıcındayken bir kez daha aynı uygulamalara maruz kalıyoruz. Tarihsel gelenek bir halkın üçüncü, dördüncü kuşakları olarak şahsımızda devam ediyor.

 

Sistem dil, kimlik, kültür yasağında ısrar ederek bizleri yargılamaya çalışırken, insanlık uzaya gidiş-gelişleri neredeyse turistlik geziye dönüştürüyor, Uzayda yaşam olanakları arıyor. Tarihin başlangıcında ayrı uluslar, diller, dinler, kültürler ve inançlar yoktu. Akla, bilime ve diyalektiksel döngüye göre mevcut ayrışma sonsuza dek de devam etmeyecektir. İnsanlık ailesi mutlaka yeniden başlangıçtaki gibi ortak değerlerde buluşacaktır. Nasıl ki tarihin gelişim döngüsüne paralel olarak insanlık dil, kültür, kimlik, inanç alanında bir birinde ayrıştıysa, hızlanan gelişim ve güçlenen karşılıklı etkileşim insanlığı hızla aynı değerlerde buluşan bir aileye dönüştürecektir. Mevcut durumda gidişat bu yönlüdür.

 

Emekçiler ve ezilen haklar yürüttükleri mücadeleleri ile bu tarihsel gidişatı hızlandırmaktadırlar. Hızlanan tarihsel döngü insanlığın özlemini duyduğu sınıfsız, savaşsız bir dünya ve eşit, özgür bir yaşamı daha fazla gündemleştirmektedir. Emekçilerin ve ezilen halkların dünyanın dört bir yanında yükseltiği mücadele ile her türden milliyetçi ön yargılar hızla aşılmaktadır. Suni sınırlarla bir birinde yalıtılmış halklar şövenizim zehirin de arınmaktadır. Bu gelişme hızlandıkça da sömürü sistemi küresel çapta daha fazla sarsılmaktadır. Dünyanın farklı bölgelerinde, bir birini tanımayan, bir-birinin yüzünü görmeyen insanlar aynı amaç uğruna direnmekte, mücadele etmektedir. Halklar direnişleri ve mücadeleleri ile yeryüzünü baskıdan ve sömürüden arındırmaya çalışmaktadırlar. Özgürlük, eşitlik ve adalet uğruna yürütülen mücadele ivme kazandıkça milliyetçi önyargılar, dinsel, mezhepsel ayrışmalar, dil, kültür ve kimliksel farklılıklar hızla aşılmaktadır. Bunların yerini halkların, toplumların birlikteliği ve dayanışması almaktadır. Çatışmalı sürecin damgasını taşıyan ulusal, dinsel ölçüler, değerler yerini daha fazla evrensel olana bırakmaktadır. Zihin ve yüreklerde örülen etnik-dinsel ve mezhepsel sınırların aşılmasını,20 yüz yılın başında oluşturulan emperyalizm, sömürgecilik ve ulus devletçiliğin damgasını taşıyan sınırların aşılması izlemektedir. Bir birini denetime alma, sömürme, ezme veya yok etmeye göre kurgulanmış ayrışmalar, karşıtlaşmalar ve ulus devletçiliğe dayalı örgütlenmeler her geçen gün daha fazla anlamsızlaşmaktadır. Yerini halkların, kimliklerin, kültürlerin ve farklılıkların bir birini güçlendirmesine, tamamlamasına bırakmaktadır. Böylelikle insanlık tarihin başlangıcındaki özüne dönmektedir.

 

Ulusal, sınıfsal, dinsel, mezhepsel farklılıklar, çelişkiler keskin çatışma nedeni ve savaş zemini olmaktan çıkmaktadır. Bu farklılıklar her geçen gün hızlanan bir biçimde insanlık ailesinin zenginliğine dönüşmektedir. Bu gelişme sonucu yeryüzü egemenlerin halkları çatıştırdığı, sömürdüğü bir arena olmaktan çıkmakta, tüm insanlığın dayanışma, paylaşımla tek bir aile haline geldiği ortak bir vatana dönüşmektedir. Mevcut durumda ezilen halklar ve emekçiler açısında gelişmenin diyalektiği böyle işlemektedir. Sadece Filistin, Tamil, Kürt halkı ile Afganistan da yaşayan halklar ve Meksika yerlileri bu tabloda tezatlık oluşturuyor. 21 yüz yılda da olsak bu halklar halen kimlik, kültür, dil, düşünce ve inanç bakımında baskı altında tutulmaktadır. Yasaklar, baskılar, kıyım ve katliamlarla karışlaşmaktadır. Bu nedenle bahsi geçen halkların direnişi kesintisiz devam etmekte, gittikçe yaygınlık kazanıp derinleşmektedir.

 

Neredeyse bir asrı geride bırakacak olan Filistin halkının var olma ve onurlu yaşam kavgası tüm iç ve dış engelleme, saptırma çabalarına, Siyonist kuşatma ve yok etme uygulamalarına rağmen insanlığın direnen vicdanı ve yüz akı olmaya devam ediyor. Tamil halkının özgürlük ve insanca yaşam kavgası da yüz yılı geride bırakmıştır. Yakın tarihte Uluslarası tekeller ve onların yerli işbirlikçileri eliyle Tamil halkı kıyımdan geçirilerek tümden açık hava hapishanesine kapatılsa da, halkın özgürlük davası bitmemiş, devam etmektedir. 21 yüz yılın şafağında burada yargılanmamız ve suçlamaların içeriği ise Kürt halkını ve Kürdistan sorununu açıklamaya yetmektedir. Dil yasağı, kimlik, kültür yağması ve halk olarak yok sayılma, Kürdistan da sorunun derinleşerek devam etmesine neden olmaktadır.

 

Yeryüzünde kaç dinsel-etnik grubun yaşadığına dair elimde her hangi bir veri yoktur. Fakat Birleşmiş Milletler’e üye devletleşmiş toplum sayısı 190 civarındadır.  Bu devletlerin bünyesinde birçok dinsel ya da etnik grup barındırdığı da bir gerçektir. Aynı devlet bünyesinde birçok etnik grup bulunduğu gibi Meksika, Ortadoğu vb alanlarda birçok halk da devlet olarak örgütlenmemiştir. Tüm bu farklılıkları, insanlık ailesinin konuştuğu dillerin farklılığı tamamlamaktadır. Tümü resmiyet kazanıp kamusal alanda kullanılmasa da yeryüzünde altı(6) bini aşkın farklı dil konuşulmaktadır.

 

1990’lardan bu yana SSCB ve Balkanlarda ki çözülme ile birçok yeni ulus devlet ortaya çıktı. SSCB ve Yugoslavya’nın dağılması, Çekoslovakya, Sudan ve Etiyopya’nın bölünmeleriyle yeni devletler oluştu. Yanı sıra onlarca yeni otonom-özerk bölge açığa çıktı. Bu yönlü gelişmelere her gün yeni halkalar ekleniyor. Filistin, Kürt ve Tamil halklarının bu yönlü talepleri ve mücadeleleri devam ediyor. Tüm diğer halklar gibi kuşkusuz bu üç halkın da kendi kaderini tayin hakkı vardır, hiçbir güç bu hakka ipotek koyamaz, bu gelişmeyi engelleyemez. Çünkü yeryüzünde tahakküme dayalı zoraki birliktelikler hızla aşılıyor, eşit-özgür ve gönüllü birliktelikler temelinde bir araya gelişler güçleniyor. Bu nedenle buradaki utanç verici bu yargılama tarihin akışına karşı set çekme çabasıdır. Her yönüyle aşınan sömürgeci uygulamaları, tahakkümü ve zoraki birlikteliği ayakta tutma uğraşıdır. Fakat faili meçhuller, köy yakmalar, toplu kıyımlar, nasıl ki başarısızlığa uğradıysa, inkar sistemini ayakta tutmaya yetmediyse, mevcut uygulamalar da yetmeyecek, başarısızlığa uğrayacaktır. Yalan ve iftira manifestosu iddianameler ve göstermelik yargılamalarda sistemi kurtaramayacak, halkların çelikten iradesi, mutlaka özgürlükten yana tecelli edecektir.

   

 

 

 

 

21’yüzyıl’a geçiş

 

 

 

20 yy. insanlığın olağanüstü gelişmelere tanıklık ettiği bir yüzyıldır.  Yüzyıl boyunca yaşanan devrimsel gelişmeler en fazla bilim ve teknikte somutlaşmıştır. Bilim-teknik alanında süreklileşen yetkinleşme ve bunların siyasal, sosyal, kültürel gelişmelerle birleşmesi sonucu bir önceki yüz yıla ait düşünce normları, yaşam ölçüleri ve örgütlenme biçimleri hızla aşılmıştır. Osmanlı, Rusya vb biçiminde örgütlenmiş büyük imparatorluklar çözülüp, dağılmışlardır. Büyük imparatorlukların çözülüşünü peş-peşe kurulan ulus devletler izlemiş, gittikçe ulus devletçilik temel örgütlenme biçimine dönüşmüştür. Ulus devlet olgusu, burjuvazinin iktidarını, siyasal, ekonomik çıkarlarını güvenceye alma, koruma aracı olarak gündeme gelmiştir.  Ulus devlet sınırları içersinde emek sömürüsü, ekonomide acımasız rekabet ve yıkım; siyasette ise yasaklar ve baskı bir birini tamamlayan olgulardır. Bu aynı zamanda burjuvazinin var olma diyalektiğidir. Bu diyalektiği, ulus devletin halkları, toplulukları, kimlik ve kültürleri birbirinden koparan, sınırları, gümrükleri ve vize uygulamaları tamamlar.

 

Ulus devletler bünyesinde süregelen yaygın, acımasız rekabet ve iç pazarı ele geçirme süreci tekellerin oluşumu ile sonuçlanmıştır. Böylelikle Serbest rekabet yerini tekele, meta ihracı da yerini sermaye ihracına bırakmıştır. Bu gelişme hızla ulus devlet ve ulusal sınırları bir birine eklemleyerek dünyayı tekeler için küresel sömürü vatanına dönüştürmüştür. Şekillenen tekeller, içte siyaset ve ülke yönetimini belirlerken, dışta ise yayılma ve sömürge savaşlarını koşullamıştır. Bu yayılma siyasetine karşı gelişen ulusal, sınıfsal direnişler birbirini takip etmiştir. Bu nedenle sömürgeciliğe karşı gelişen ulusal-sosyal direnişler 20 yüz yılı birçok yönüyle devrimler-karşı devrimler çağı haline getirmiştir. Bir yandan sömürgeciliğin gelişme, yayılma, derinleşme çabalarının yarattığı ağır- acımasız sonuçlar, diğer yandan kapitalizmin azami kar hırsının zorunlu kıldığı ağır çalışma koşulları, işsizlik, toplumsal buhranlar vb. savaşları ve iç çatışmaları, kaçınılmaz kılmıştır. Bunun sonucu uzlaşmaz olan emek sermaye çelişkisini, sömürgecilik ile sömürge halklar arasındaki çelişkiler izlemiştir. Yüzyılın başında sömürgecilik kendini yenileyerek (yeni sömürgecilik) gelişmek, derinleşmek ve yayılmak istemiştir. Ayrıca Almanya, İspanya, İtalya gibi ülkelerde tekellerin dışta yayılma alanı bulamaması sonucu yaşanan iç bunalım faşizmin iktidarlaşmasıyla sonuçlanmıştır.

 

Kuşkusuz yüzyıla damgasını vuran kapitalizmin kuram ve kurumları ile tamamen hakim hale gelmesidir. Bu dönemde Kapitalizm yaygınlaşarak dünya çapında bir sisteme dönüşmüştür. Bu duruma paralel olarak sistem rekabetçi aşamasını geride bırakarak tekelciliğe evirilmiştir. Tekeller ulusal çapta güç haline geldikleri oranda dışa açılmışlardır. Bu çerçevede ABD, İngiltere, Fransız tekelleri ile SSCB dünyayı kendi aralarında bölüşmüşlerdir.

 

Bu bölüşüme rağmen SSCB, ABD, İngiltere, Fransa vb güçler arasında süreklileşen egemenlik savaşları yüzyıldaki dehşet dengesini oluşturmuştur. Yüz yıl başlangıçtan itibaren büyük ekonomik buhranlarla, siyasal çalkantılarla dünya ölçeğinde sürekli kriz ve yıkım üretmiştir. Ekonomik buhranlar, siyasi istikrarsızlıkları tetiklediği oranda toplumsal kaos, sömürge yada iç savaşlar üretmiş ve bunların sonucunda da devrim-karşı devrimler kaçınılmaz olmuştur. Bu kısır döngü ve kamplara, kutuplara dayalı dünya gerçeği 1990’lar da SSCB’nin yıkılmasına kadar devam etmiştir. SSCB şahsında somutlaşan ezilen halk ve sınıfların iktidar deneyimidir. SSCB oluşumu içerik olarak hak etmese de ezilen halkların ve sınıfların özgürlük taleplerinin somutlaşmasıdır. Kapitalist sömürüye, tekellerin egemenliğine, sömürgeciliğe karşı olmak, özgürlük, eşitlik ve dayanışmayı temsil etmek SSCB’nin gelişimini koşullayan olgulardır.  Bu misyonu temsil etmediği açığa çıktığı andan itibaren halklar nezdindeki çekim gücünü yitirmiştir ve dağılmıştır.

 

Yüzyılın önemli diğer bir özelliği de iki dünya savaşına tanıklık etmiş olmasıdır. Savaşlar esas olarak Alman tekellerinin İngiliz, İtalya ve Fransız tekelleriyle giriştiği siyasal, ekonomik güç mücadelesi ve bu duruma paralel olarak sömürgeleri yeniden paylaşma arayışıdır. Alman tekellerinin içte yaşadıkları bunalım ve ekonomik olarak açılacakları sömürge arayışını gücü oranda kabul ettirme çabasıdır. 1. Dünya Savaşı’nda Almanya ciddi anlamda darbelenerek İngiliz ve Fransız tekelleri için geçicide olsa tehdit olmaktan çıkarılmıştır. Fakat bu geçici bir duraklamadır. Sistemin bağrındaki derin çelişkiler, ezilenlerin her gün güçlenen eşitlik ve özgürlük talepleri ve tekeller arası sürüp giden yıkıcı rekabet bir kez daha kapitalist sistemi sürdüremez hale getirip 2. Dünya Savaşı’yla sonuçlanmıştır. Güçlenen Alman faşizmi eliyle ezilen halkların Sovyet adı altında gerçekleştirmek istediği alternatif 2. Dünya Savaşı’yla önemli oranda tahrip edilmiştir. Faşizme karşı halk savaşıp, direnmiştir. Fakat zafer elde eden Amerikan, İngiliz tekelleri olmuştur. Savaş sonrasında Siyaseten faşizmin kıyıcılığı kanıtlanmış ve iktidar biçimi olarak devre dışı bırakılmıştır. Fakat dayanakları ve uygulamaları itibariyle daha da tahakküm edilip ve örtük hale getirilerek süreklileştirilmiştir.

 

Yüzyıl boyunca yaşanan savaş ve yıkımlara rağmen insanlığın gelişimi ciddi ve nitelikseldir. İzafiyet ve kuantum teorileri bu dönemde ortaya çıkmış ve atom ilk kez parçalanmıştır. Savaş teknolojisindeki dönüşüme üretim alanındaki gelişim eşlik etmiştir. Bilimin gelişimi, teknik alandaki gelişmeleri hızlandırmıştır. Bu durum ise, özellikle yüzyılın sonlarına doğru üretim tekniğinde kas gücü ve mekaniğin yerini otomasyona bırakmasına yol açmıştır. Bunun toplumsal alana yansımaları ise daha derin, sarsıcı ve dalga-dalga her şeyi etkiler düzeyde olmuştur. Makinenin makine ürettiği, bu yönüyle üretim bandına otomasyonun hükmettiği bir düzlemde sınıflar hızla nitelik değiştirmiş, emek gücünün tanrısallığı sarsıntı geçirerek tartışmaya açılmıştır. Bunun sonucu Burjuva-proletarya ayrışmasına dayanan toplumsal konumlanma onlarca ara katmanı kapsayacak biçimde değişme uğramıştır.  Bu gelişme örgütlenmelerin biçimini, niteliğini etkilediği gibi, mücadele tarzlarını ve başvurulan araçlarını da etkileyip, değiştirmiştir. Bu anlamda sınıf mücadeleleri ancak güncelin yakıcı sorunları olan ekoloji, kadının özgürlüğü, göç sorunları, ırkçılığa ve ayrımcılığa karşı mücadele, evrensel çaptaki eşitlik, özgürlük, dayanışma gibi taleplerle birleştiği oranda insanlığın gelişimine katkı sunabilmektedir.

 

20 yy ciddi gelişmeler yaratsa da esas olarak 21 yy in şafağındaki köklü ve niteliksel değişimlere zemin hazırlamıştır. Bu nedenle niteliksel değişim esas olarak 21 yy’la açığa çıkmaya başlamıştır. Yüzyılın temel özelliği bağrında taşıdığı gelişme potansiyelidir. Bu özelliğiyle geçmişten keskin bir biçimde ayrışmasıdır. Geçmişte sorunların çözüm yöntemi şiddet ve baskıdır. En basitinden, en karmaşık olana kadar sorunların çözüm yöntemi zor’dur. Çıplak şiddetin sınırsız kullanımıdır. Sol-sosyalist kuramcılar ve hareketler de zoru yeni toplumun ebesi olarak tanımlamışlardır. Toplumsal gelişimde iç dinamikler belirleyicidir. Bu anlamda gelişimin yasası içseldir. Dış etmenler ancak bu çerçevede devreye girdiği oranda gelişme yaratır. İç dinamiklerle örtüşmeyen bir dışsal dayatmanın yaratacağı sonuç bozulma ve çarpıklaşmadır. Bu anlamda zor aygıtlarına dayanarak toplumların değiştirilebileceğine, yok edilebileceğine inanmak büyük bir yanılgıdır. Bu mümkün olsaydı tarih boyunca hüküm sürmüş imparatorluklara rağmen binlerce kimlik ve kültürün varlığını sürdürmesi mümkün olmazdı. Ayrıca günümüzde insanlığın ulaştığı düzey toplumsal gelişmede zorun rolünü dahada sınırlamıştır. Zor ancak iç dinamiklerle paralelik arz etiği oranda toplumsal kazanımları korumada yâda ilerletmede rol oynayabilir.

 

Bilim ve teknikteki yetkinleşme insanlık açısından gelişme-ilerlemedir. Doğru değerlendirildiğinde daha yaşanılır bir dünyaya gidiştir. Fakat bu mutlak bir gelişim yasası değildir. Birçok yönüyle nasıl ele alınıp kullanıldığına bağlıdır. Bilim-teknik doğru değerlendirildiğinde yeryüzündeki yoksulluk ve sefaleti ortadan kaldıracağı gibi, tekellerin eline geçtiğinde ise insanlığın kâbusuna dönüşebilmektedir. Hiroşima, Nagazaki, Halepçe ya da güncelde halen varlığını sürdüren nükleer-biyolojik silahlara dayalı dehşet dengesi bu konudaki çarpıcı örneklerdir.

 

Kapitalist sistem, sadece siyasal, ekonomik veya devlet örgüsü olarak değil, esas olarak yaşam biçimi, ilişki tarzı ve değer yargılarıyla aşılmaktadır. Sistemsel kriz buradadır. Çünkü Sistem siyasal olarak insanlığın sorunlarına cevap olmamaktadır. Kültürel-ahlaki anlamda önemli oranda aşılmıştır. Değer yargıları ve yaşam biçimi noktasında ise tanımsızlaşmış durumdadır. Sistemsel aşılma ve bunalımın derinliği kaynağını buradan almaktadır. Fakat geçmişin ölçüleri, değer yargıları, yaşam biçimi ve bir bütün olarak sistem aşılırken, yerine konulacak bir şey henüz icat edilmemiştir. İnsanlığın bu yönlü arayışları devam etmektedir. Bu arayışlar Paris Komünü, Sovyetler vb. kimi örnekleri açığa çıkarsa da bunlar daha güçlü arayışlara zemin olmanın ötesine geçmemiştir. İnsanlığın eşitlik, özgürlük arayışı ideolojik, kültürel müdahalelerle saptırılmaya ya da zor kullanımı yoluyla imha edilmeye çalışılsa da her geçen gün özgürlük arayışları derinleşmektedir.

Bu anlamıyla kapitalist sistem için kelimenin tam anlamıyla zaman geçiyor, çağ çöküyor. Bu çağa ait olan her şey hızla anlamını yitiriyor, insanlık için hayatı anlamlandıracak arayışlar her zamankinden daha fazla ihtiyaç haline geliyor, çeşitlenerek farklılaşıyor, güçlenerek dünyanın dört bir tarafına yayılıyor. Bu çerçevede;

1- 21. Yy.da sermaye geçmişin aksine daha az sayıdaki insanın elinde daha fazla merkezileşmiştir. Banka sermayesi ile sanayi sermayesi iç içe geçerek küresel çapta bir finans kapitali açığa çıkarmıştır. Yeryüzü genelini kapsayan ve küreselleşme olarak adlandırılan bu durum birkaç tekel ve tröstün dünya çapındaki siyasi, ekonomik ve kültürel hâkimiyetidir. Borsa oyunları, bono, tahvil, senet vb. üzerindeki manipülasyonlar, rakibinin hammadde kaynaklarından, pazardan ve bilimsel teknik gelişmelerden yoksun bırakarak yıkıma uğratma, rekabete dayanmaz hale getirme ve kendine tabi kılarak yavru şirketine dönüştürme dönemin temel özelliğidir. Gelinen noktada kapitalist sistem eliyle tüm değerler, birikimler hiçbir üretime dayanmayan borsa spekülasyonlarına, senet, tahvil oyunlarına akıtılmaktadır. Bu durum insanlığın birikimlerinin üretimden kopmasına ve kâğıt oyunlarıyla bir kumara dönüşmesine neden olmaktadır. Üretmenin tali plana düştüğü ve borsa oyunlarının-karının kapitalist sistemin temel dayanağına dönüştüğü noktada sistem işsizlik, sefalet ve yoksulluk üretmektedir. Bu olgular sürekli birbirini besleyerek kapitalist sitemin gereksizliğini her gün daha fazla derinleştirmektedir.

 

2- Tekellerin-finans kapitalin küreselleşen egemenliği ve iç içe geçen siyasi, kültürel, ekonomik ilişkiler ağı geçmiş yüzyılın birçok uygulamasını anlamsızlaştırmıştır. Askeri işgalle, toprakların denetime alınmasına ve idari yapının çıplak zor yoluyla dizayn edilmesine dayanan açık kolonyalist uygulamalar birçok yönüyle aşılmıştır. Tanrısallaşan finans kapital ile geçmişin milyonluk orduları yer değiştirmiştir. Geçmişte işgal ordularının üstlendiği misyonu, güncelde tekellerin siyasal-ekonomik gücü üstleniyor-yerine getiriyor. Finans kapital istediği an şiddete başvurmaksızın da tekellerin ekonomik-siyasi gücüyle yeryüzünün istediği alanına sızabiliyor, istediği alanı denetimine alıp biçimlendirebiliyor. Bu anlamda bir önceki yüz yılda kalma ulus devlet örgütlenmesi hızla anlamsızlaşıyor. Onun yerini tekellerin küresel egemenliği ve daha hızlı ekonomik döngü sağlayan oluşumlar alıyor. Bu duruma direnen birkaç örnek olsada genel gelişme bu yönlüdür. İran, K,Kore vb örneklerde yaşanan ulus devlette ısrar anti tekelci olmaktan çok, anti ABD’cidirler. Bu durum bir tekel merkezine karşı direnirken başkasına dayanmayı, oranın denetimine girmeyi kaçınılmaz kılmaktadır.

 

3- Mücadele biçim ve araçları hızlı ve köklü bir değişime uğramaktadır. Geçmişte gerek iç sorunlarda ve gerekse de uluslar arası sorunlarda ağırlıklı olarak başvurulan çözüm yöntemi çıplak zordur. Milyonluk orduların karşı karşıya gelmesi, modern silahların kullanılması ve bu yolla tarafların birbirinin iradesini kırarak sorunları çözme temel yöntemdi. Bir çözüm aracı olarak şiddet halen de varlığını sürdürse de oldukça sınırlandırılmıştır.  Şiddettin yerini daha çok diplomatik faaliyetler, ekonomik yaptırımlar ve siyasi çözüm arayışları almıştır.

 

4- İşsizlik süreklileşen sistem bunalımlarının hem sonucu hem de nedenidir. Makinenin makineye hükmederek üretim yaptığı tam otomasyon üretim süreci insana duyulan ihtiyacı her geçen gün daha da azaltmaktadır. Mülkiyetin özel oluşu bu durumu insanlığın felaketine dönüştürmektedir. Bu nedenle bilim ve teknikteki gelişmeler toplumların yaşam kalitesini artırmamakta, özel mülkiyetin çarpıklığından dolayı hayatı çekilmez hale getirmektedir. Çünkü bilim ve teknik geliştikçe sistem daha fazla işsizlik ve bunalım üretmektedir.

 

5- 20’inci Yüzyılda toplumsallığa dair kurgulanan ölçüler aşılırken, hukuki normların ayakta kalması düşünülemez. Bu nedenle meşruiyetini yüzyılın çatışmalı toplumsal diyalektiğinde alan hukuksal normlar, güncelde insanlığın sorunlarına çözüm olmamakta, çözümsüzlüğün ve kör düğümleşmenin nedeni haline gelmektedir. Toplumlardaki gelişmişlik düzeyi ve karşılıklı birbirini etkileşmesi gittikçe sınırları işlevsizleşmekte, ulusal devlet hukuku anlamsızlaşmaktadır. Bu nedenle ulusal hukuk bölgesel ya da kıtasal birliklerin oluşturduğu toplumsal normlarla yer değiştirmektedir.

                   

20’inci yüzyıl çözümlenmediği birçok köklü sorunu 21. Yy. miras bıraktı. Halen birçok ülke de geçmiş yüzyıldan kalma çelişki ve çatışmalar devam etmektedir. Geçmiş yy.da kalma dinsel, mezhepsel ya da ulusal sorunlara güncelin işsizlik, dengesiz nüfus artışı, bölgesel eşitsizlik, gelir dağılımındaki uçurum, çevresel sorunlar, göç, kadına dayatılan kölelik statüsü, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı gibi sorunlarda eklemlenmektedir. Avrupa da temel sorun göç ve bu durumu tetikleyip tüm toplumsal sistemi felce uğrattığı yabancı düşmanlığı-ırkçılıktır. Asya, Amerika ve Afrika kıtalarında ise iç içe geçmiş sorunlar çatışma ve savaşlara yol açmaktadır. Bu çerçevede:

 

A- Amerika kıtası: 20. yüzyıl boyunca kıta bir uçtan diğer uca savaşlara, darbelere devrim-karşı devrimlere ve büyük yıkımlara tanıklık etmiştir. Toplumsal çelişkiler ve çatışmalar en keskin biçimde burada hayat bulmuştur. Neredeyse her ülkede yoğun iç savaşlar, devrim süreçleri ya da faşizan iktidarlar dönemini yaşamıştır. Fakat 21. yy. eşiğine gelindiğinde halkların ve ezilen sınıfların yükselen mücadelesi buradaki faşist rejimleri alaşağı etmiştir. Bunun sonucu kıta genelinde keskin çatışma ve savaşlar yerini siyasal çözüm arayışlarına bırakmıştır. Nikaragua’da Sandinist gerillalar siyasal çözüm yoluyla önce yerel yönetimlerde sonrasın da genel seçimleri kazanarak ülke yönetiminde iktidarlaşmışlardır.  Uzun yıllar iç savaş yaşamış Uruguay, Bolivya, Guatemala gibi ülkelerde gelişme aynı çerçevededir. Buralarda da siyasal çözümle gerilla hareketleri ülke yönetimlerine dahil olmuşlardır. Latin Amerika’daki kimi ülkelerde ise gerilla hareketleri görüşmeler yoluyla iktidarı tümden devir almışlardır. Kıta genelinde çatışmalı durum, Meksika, Peru vb ülkelerde yerli halkların kimlik, kültür ve eşitlik talepleri biçiminde yer-yer şiddetlenip gerilla hareketine dönüşse de son yıllardaki arayış daha çok barışçıl çözümler yönündedir. Elli yıldır iç savaşı yaşayan Elsalvador’daki durum da farklı değildir. İktidarın ateşkes ve barışçıl çözüm arayışlarına gerilla hareketinin olumlu karşılık vermesi üzerine ülke uzun süre bir çatışmasızlık dönemini yaşadı. Mevcut durumda gel-gitler yaşansa da ülkedeki barışçıl arayış çabaları sürmektedir.

 

Latin Amerika’daki genel gelişmeler bu yönlüdür. Burada esas sorun bölgesel eşitsizliğin yanı sıra ülkeler içinde ki gelir dağılımında yaşanan uçurumdur. Ulus devletler halen sembolik varlıklarını sürdürmektedirler. Fakat gelişmeler hızla daha üst örgütlemelerin açığa çıkması yönündedir.

 

B- Afrika Kıtası: Sömürgeci uygulamaların en fazla tahrip ettiği bölgedir. Sömürgeciliğe paralel yürütülen nüfus sirkülâsyonu kıta genelindeki nüfus dengesini önemli oranda bozmuştur. Yağmalanan yeraltı, yer üstü kaynakları beraberinde ekolojik dengenin tahrip edilmesini getirmiştir. Bu nedenle kıta genelinde yoğun bir yoksulluk, sefalet, açlık ve bunların tetiklediği salgın hastalıklar yaşanmaktadır. Bu durum ülkeler arası savaş kadar iç savaşları darbe ve karşı darbeleri de tetiklemektedir. Geçen yüzyıl boyunca iç savaş yaşamayan ülke neredeyse yok gibidir. Fakat 20. yy. sonlarına doğru buradaki durum da değişmeye başlamıştır. Geçmişte miras kalan sorunlar ya barışçıl yöntemlerle çözüme kavuşturulmuş ya da bu yönlü arayışlar açığa çıkmıştır. Kıtada çözümlenen Güney Afrika örneği oldukça çarpıcıdır. Sonuçları domino taşı etkisi yaratmıştır. Habeşistan mirası üzerine uzun çatışmalı, çekişmeli dönem yaşayan Eritre-Tigre, Etopiya arasındaki sorunlar halen köklü bir çözüme kavuşturulmamıştır. Yer-yer sınır ihlalleri, kısa süreli çatışmalara dönüşmektedir. Fakat geçmişin keskin çatışmalı durumu önemli oranda aşılmıştır. Her üç ülke de savaş yerine sorunu diyalog ile çözmeye yönelmiştir.

 

Bu Bölgeye sınır olan ve yıllardır iç çatışma-savaşlarla tükenme noktasına gelen bir ülkede Sudan’dır. 200 ile 500 bin insanın ölümü, 3 milyondan fazla insanın yerinden yurdundan sürülerek mültecileşmesi, ülkenin alt yapısının tahrip edilmesi ve devlet yetkililerinin uluslar arası arenada insanlığa karşı işlenmiş suçlar nedeniyle aranır duruma düşmesi Sudan’da yaşananların özetidir. Yakın döneme kadar ülke fiilen ikiye bölünmüştü. Siyasal barışçıl çözümle bu durum resmileşti. Hükümet ile direnişi sürdüren Güney Sudan Halk Ordusu arasında imzalanan ateşkes ve sonrasında varılan barış anlaşmasıyla sonuçlandı. Antlaşma İki ayrı devlet olarak somutlaştı.

 

Aynı bölgede yer alan Ruanda’da Uluslar arası güçlerin kışkırtıcılıklarıyla çatışan taraf ülke içindeki kabilelerdi. Kabilelerin hedefi birbirini yok etmekti. Bu çerçevede Hutu ile Tutsi’lerin çatışmasında bir milyondan fazla insan hayatını kaybetti. Milyonlarcası yerinden yurdundan göçertildi. Yüz binlercesi mülteci olarak komşu devletlere sığınmak zorunda kaldı. Yakın tarihin insanlık açısından en utanılası, en trajik tablosu burada oluştu. Fakat sonuçta birbirini yok etmek isteyenler görüşme ve müzakere yoluyla ortak değerde buluşarak aynı ülkede yaşama iradesini gösterdiler. Çok yakın bir tarih olmasına rağmen hızla bu çatışmalı geçmişin yarattığı tahribatı gidermeye giriştiler.

 

Kıtanın genelinde benzer bir gelişmeden bahsetmek mümkündür. İç içe geçmiş kör düğüm haline gelmiş sorunları hızla çözüme kavuşuyor. Uzun yıllar iç savaş ya da komşu devletlerle çatışmış topluluklar var olan sorunlarını barışçıl temelde çözüyorlar. Halen Moritanya, Cezayir, Liberya, Somali, Nijerya, Sierra Leone, Angola, Libya vb. kıta ülkelerin de dinsel, mezhepsel veya etnik-kabile temelli çatışmalar belli düzeyde varlığını sürdürse de barışçıl çözüm arayışı tümünün ortak noktasıdır.

 

C-ASYA KITASI: Başta kıtanın iki büyük devleti Çin ve Hindistan olmak üzere, belli başlı tüm ülkeler dinsel-etnik, mezhepsel, ya da gelir dağılımında kaynaklanan sorunlarla boğuşmaktadır. Sorunlar her zaman çatışmaya dönüşmese de çoğunlukla ülkeler ve topluluklar arası gerginlikler biçiminde yaşamaktadır. Çin’de Tibet, Hindistan ve Pakistan arasındaki Keşmir sorunu İran, Nijerya, Afganistan, Endonezya, vb ülkelerdeki etnik, dinsel veya mezhepsel sorunlar bu çerçevededir. Keşmir sorunu Pakistan ve Hindistan arasında süreklileşen bir çelişki ve gerginlik nedenidir. Her iki gücün Nükleer silahlara sahip olduğu düşünüldüğünde buradaki sorunun her an insanlık için bir felakete dönüşme potansiyeline sahip olduğunu gözler önüne serer.

 

Bu coğrafyada toplumsal sorunlara bulduğu özgün çözüm yöntemleri ile incelemeye değer örnek ülke Hindistan’dır. Hindistan 2007 verilerine göre 1.225.000.000 nüfusu ile dünya nüfusunun %15’ne sahiptir. Bu nüfusun %20’si şehirlerde geri kalanı kırsalda yaşamaktadır. Ülke Hint Aryalar %72, Dravitler %25, Moğollar %3 biçimindeki ana etnik gruplardan oluşmaktadır. Hindistan 28 eyalet ve 7 birlik bölgesinden oluşan ve Millet Meclisi ile eyalet meclisi olmak üzere iki meclisle yönetilen federal bir cumhuriyettir. Hindistan parlamentosu 1956’da ülkeyi etnik ve konuşulan dil sınırlarına göre yeniden düzenlemiştir. Yeni eyalet ve birlik bölgeleri oluşturmuştur. Birlik bölgeleri eyaletten daha sınırlı yetkilere sahiptirler. Her birlik bölgesinin kendi meclisini seçme hakkı bulunmaktadır. Bu Meclislerin sınırlı yasama yetkisi vardır. Ülke genelindeki resmi yazışmalarda ortak iletişim ve yazışma dili İngilizce ve Hinduca’dır. Buna bağlı olarak ülke genelinde 27 ayrı resmi dil tanınmaktadır. Her eyalet kendi resmi dilinin yanı sıra İngilizce ve Hinduca’yı da resmi dil olarak kabul etmiş ve kullanmaktadır. Hindistan genelinde toplam 850 farklı dil konuşulmaktadır. Bu dillerin hiç birinin öğrenilmesi ve konuşulması önünde engel bulunmamaktadır.

Nepal’da monarşiye karşı yıllarca süren çatışma ve iç savaş, Maocu gerilla hareketinin taleplerinin kabulü, iktidarı paylaşması ve köklü dönüşüm temelinde barışçıl çözümle sonuçlandı.

 

Endonezya’da geçmiş yy. boyunca süre gelen etnik, dini temelli çatışmalar peş peşe barışçıl çözümlerle sonuçlandı. Hükümet uzun yıllar ülkeyi uğraştıran Doğu Timor ve Aceh’deki etnik temelli sorunları buradaki yerli halkların taleplerini karşılayarak çözümledi. Doğu Timor’a bağımsızlık statüsü, Aceh’e geniş özerklik verilerek buradaki kanlı savaş sonuçlandırıldı. Kıtanın bir diğer ülkesi olan Filipinlerdeki etnik, dinsel ve sınıfsal çatışmalar yakın tarihte önemli oranda barışçıl yönteme evirildi. Birçok küçük İslami gerilla hareketi görüşme yoluyla çatışan pozisyondan çıkarıldı. Elli yıldan fazladır rejime karşı silahlı mücadele veren solcu gerillalar da sürece dahil edilmiştir.

 

Güncelde kıta genelinde çatışmaların odaklandığı merkez Pakistan, Afganistan, Irak, İran, Filistin ve Kürdistan’dır. Pakistan-Afganistan’daki çatışmaların yansıma biçimi ne olursa olsun özü dışsal dayatma ve dizayn çabalarına karşı iç dinamiklerin direnişidir. Bu konuda Afganistan örneği oldukça çarpıcıdır. Sovyet müdahalesine karşı ABD destekli mücahitlerin direnişi, iktidarın el değiştirmesiyle birlikte ABD karşıtı Taliban’ların direnişine dönüşmüştür.

 

Buradaki direniş salt dinsel-mezhepsel değildir. Dayandığı ideolojik temeller ve kullandığı yöntemler ne olursa-olsun bu direnişlerde etnisite ciddi bir rol oynamaktadır. Dinsel-mezhepsel söylemlerin yoğunluğu tamamen bölgenin özgünlüğüyle ilgilidir. Buradaki savaş bir kez daha dış güçlerin mağlubiyetiyle sonuçlanmak üzeredir. Bir kez daha tarihin şaşmaz diyalektiği işlemiştir. Dışsal olan, zorbalıkla dayatılan ve haksız olan yenilmek, yerle bir olmak zorundadır. Burada gerçekleşen bir kez daha budur. Onlarca ülkenin katılımıyla Taliban’ı yok etme amacıyla başlatılan savaş, gelinen noktada Taliban’ı iktidara katılmaya ikna savaşına dönüşmüştür. NATO ve ABD’li yetkililer ile bölgedeki aktörlerin temel uğraşı Taliban’ı mevcut iktidara katılmaya ikna etmedir. Pakistan’daki savaşın kaderi ve çözümüde bu çabalara bağlıdır.

 

Afganistan’la geniş sınırları bulunan İran’da adeta sorunlar yumağıdır. Dini referanslarla bölgede güç olma ve yayılma amaçları olan İran hem kendi içinde, hem gölgede, hemde ulusal arası güçlerle sorunludur.  İran’da sorunlar keskin bir çatışmaya dönüşmese de sürekli içten içe kaynayan bir kazan durumundadır. İran bünyesinde barındırdığı farklı din, mezhep ve etnisitelere dayalı kimlik-kültürlerle ciddi bir mozaik niteliğindedir. Tarihsel olarak ilişki-çelişki ve yönetimin belirlenmesi hep bu gerçekliğe dayanmıştır. Mevcut yönetim katı dini nitelikler taşısa da bu durum esas itibariyle Farsların diğer halklar üzerindeki egemenliğinin ideolojik dayanağıdır. Kürt, Azeri, Belluci ve onlarca nispeten daha küçük etnik, dinsel-mezhepsel grubun zor yoluyla denetimde tutulmasıdır. Bu nedenle kimlik ve özgürce gelişimi engellenen toplulukların rejimle olan çelişkileri her geçen gün derinleşmekte ve umulmadık anlarda büyük patlamalara dönüşmektedir. İran bünyesinde barındırdığı bu çelişkilerle daha fazla ulusalarası kuşatmayı kaldırması mümkün değildir.

 

Bölgenin diğer sorunlu ülkesi olan Irak’ta yaşananlar ise kelimenin gerçek anlamıyla bir trajedir.  Ülkede hayat bulanlar adeta kapağı açılmış Pandora Kutusu gibidir. Dinsel, mezhepsel, etnik vb. çelişkilerin keskinliği ve çözüm adına başvurulan metotlar 20. yy. başındaki kadar keskin, vahşi ve yıkıcıdır.

 

Yıllarca ulus devlet potası içersinde asimile edilerek eritilmek, tek tipleştirilmek istenen etnik, mezhepsel, dini kimlik ve kültürler gelinen noktada ırak zemininde ötekini yok ederek kendini var etme çabasına girişmişlerdir. Enfal operasyonları, Halepçe jenosidi ve benzer yıkıcı uygulamalarının süreklileşen bir şiddet sarmalına dönüşmesidir. Bu nedenle ne ülke içi dinamikler ne de uluslar arası güçler bu şiddet sarmalının önüne geçemiyor. Etnik bölünmeler dinsel bölünmeleri, dinsel bölünmeler mezhepsel bölünmeleri, bu durum ise aşiretsel-kabilesel bölünme-çatışmaları besliyor, toplumu atomize ediyor ve gittikçe insani bir trajediye dönüştürüyor. ABD destekli iktidarın çatışmalı durumu giderme ve Irak’ı yeniden inşa çabaları ise dayandığı dışsal dayatma ve ideolojik dayanaklarından dolayı peşinen başarısızlığa mahkûm oluyor.

 

Filistin-İsrail sorunu başlı-başına incelemeye değer bir konudur. Bazen yaşanan sorunlara çözüm yöntemleri incelenir ve örnek alınır. Bazen de tam tersine çözümsüzlük örnekleri… Filistin-İsrail sorunu yarım asrı aşan tarihçesiyle böyledir. Bu sorunun bir yanı uluslar arası çıkar ve çelişkilerin İsrail’de somutlaşması oluştururken, diğer yanını ise Filistin halkının yaşadığı “yüz yıllık yalnızlık,” yüz üstü bırakılmışlık, kurban haline getirilmişlik ve tüm bunların toplamında oluşan trajedidir. Filistinlilerin yarım asrı aşan görkemli direnişine rağmen halen insanca yaşam koşullarından ve özgürlüğünden yoksun bırakılmasıdır. İsrail-Filistin sorunu ulus devletçiliğin ve kapitalist modernitenin en tipik açmazı-çözümsüzlüğüdür. Yeryüzünün en karmaşık, en fazla şiddet üreten, çevresine en fazla domino taşı etkisini yaratan çözümü en zor ve çetrefilli sorunudur. İşin kötüsü bir kültüre dönüşen toplumsal bağnazlık ortamında cellât ve kurbanın birbirini taklit etmesidir. Şiddet kullanımındaki sınırsızlık ve şiddetin toplumsallaşarak amaçsızlaşmasıdır. Hem ezenin, hem de ezilenin on yıllardır birbirini yok etmeye dayalı politika yürütmeleridir. İsrail, elindeki tekniğe, ordu ve istihbaratına, bölgedeki yaygın ekonomik, siyasi ilişki ağına ve arkasındaki güçlü uluslar arası desteğe dayanarak Filistin halkının özgürlük ve insanca yaşam taleplerini yok etmeye girişmiş, bu çerçevede yıkıcı bir savaş yürütmüştür. İşgal, suikastlar, toplu kıyım ve bir halkın mültecileştirilmesi yürütülen bu savaşın rutin kirli uygulamalarıdır.

 

Filistin halkının direnişi de bu uygulamalara paralel olarak gelişmiş, keskinleşerek süreklilik ve derinlik kazanmıştır. Filistinliler haklı davalarına görkemli bir direniş nakşetmişlerdir. Burada dikkat çekici olan yön ortaya çıkan hemen-hemen tüm Filistinli örgütler sadece Filistin halkının özgürlüğünü değil, İsrail’in yok edilmesini, yeryüzünden silinmesini de temel amaç haline getirmeleridir. İsrail yayılımcı, işgalci ve katliamcı karakteri devlete, sınırlara ve düşman gördüğünü yok etmeye dayalı bir Filistin direniş gerçekliğini yaratmıştır. Çözümsüzlüğün en önemli yönlerinden biri budur. Bu gerçeklik üzerinde yarım asrı aşan savaş her iki toplumda da ciddi tahribatlar ve yıkımlar yaratmıştır. Yaşanan yıkım, tarafların birbirini terörist, haydut, yok edilmesi gereken cani ilan etmelerine karşın Norveç’in başkenti Oslo’da taraflar arasında başlayan barış görüşmeleri kesintiler, gel-gitlerle devam ediyor. Oslo süreci kalıcı bir barış yaratmamıştır. Ama şiddet sarmalını önemli oranda sınırlandırmıştır.

 

D.AVRUPA: kapitalizm ve sömürgeciliğin anavatan tanımı yapmak yanlış olmaz. Kapitalizm ve sömürgecilik sistem olarak burada doğup gelişmiştir. Aynı zamanda zirveyi ilk olarak burada görüp derin bunalımlara burada sürüklenmiştir. İspanyol ve Portekizlilerin Amerika kıtasında, İngilizlerin Asya’da, Fransızların ise Afrikada geliştirdiği sömürgeci sistem ve bu sistem aracılığıyla merkeze aktarılan kaynaklar ile merkezde derinleştirilen emek sömürüsü Avrupa’yı adeta okyanus ortasında bir bolluk adasına dönüştürmüştür. Avrupa’daki emperyalist ülkeler bu sisteme dayanarak 20 yy boyunca dünyaya hükmetmişlerdir. Zaman içinde insanlığın gelişen mücadelesi sömürge sistemini işlevsizleştirdikçe ve sömürüye karşı direnişler geliştikçe bu hükümranlık çatırdamaya başlamıştır. Gelinen noktada ise sürdürülmesi imkânsız bir durum açığa çıkmıştır. Mevcut durumda kapitalizm doğduğu zeminde can çekişmektedir.

 

 Birleşik Avrupa projesi ile ulus devlet üstü yeni bir model inşa edilmek istense de, Yunanistan, Portekiz, İtalya vb ülkelerde patlak veren ekonomik krizler bu deneyimin başlamadan bitiğini göstermektedir. Kıta genelinde sistem boğuştuğu derin krizlerden dolayı aşılma ile karşı-karşıyadır. Fakat aşılananın alternatifi henüz şekillenmemiştir. Kıta genelindeki siyasal çözümsüzlükleri, sosyal ve ekonomik bunalımlar takip etmektedir. Gelişen küreselleşme tekellerin dahada merkezileşip, büyümesine, bu durum ise tüm sistemsel sorunların bu tekellerin merkezi olan Avrupa’ya akmasına neden olmaktadır. Ekonomik, sosyal ve siyasal sorunlar bir yanda sistemi çürütürken, diğer yandan toplumda derin bir çözülmeye yol açmaktadır. Geleceğe dair umutsuzluk, karamsarlık gittikçe bir toplumsal yıkıma dönüşmektedir. Avrupa da belki de sorunların en köklüsü yaşananlara karşı toplumun gösterdiği tepkinin düzeyi ve yönelimidir. Burada sistemsel krizde en fazla etkilenen Yunanistan, ispanya, İtalya vb ülkelerde açığa çıkan toplumsal tepkiler sistemi değiştirme yönünde değil, aksine sistemi ve sistem içinde kendi konumlarını, statülerini koruma yönündedir. Bu nedenle burada insanlığın sorunlarına cevap olacak bir sonuç çıkma şansı yoktur. Afrika ve Asya yi kasıp kavuran etnik, dinsel çatışmalar Avrupa’da yerini kendinden farklı olana düşmanlık ve ırkçılığa bırakmaktadır. Ekonomik bunalımlar, siyasal açmazlar derinleştikçe de ırkçılık ve yabancı düşmanlığı Avrupa çapında sistemi felç etmekte çöküşü hızlandırmaktadır.

 

 

 

 

 

 

 

 

ÇÖZÜM DENEYİMLERİ:

 

 

 

 

FRANSA-KORSİKA

 

 

Fransa-Korsika sorununun kökeni geçmiş yüz yıla dayanmaktadır. Korsika 300.000 nüfuslu küçük bir Akdeniz ada ülkesidir. Uzun yıllar Fransa’nın sömürgesi olarak kalmıştır. Bu süre boyunca Fransa’nın aşırı merkeziyetçi ve kolonyalist uygulamalarından dolayı sürekli sorunların kaynağı olmuştur. Baskıcı, tekçi üniter yönetimlerden dolayı Korsika uzun süre şiddet ve çatışmalara tanıklık etmiştir. Baskı ve yasaklar arttıkça halkın meşru direnişi ve özgürlük talebi de buna paralel olarak artmıştır. Yaşanan bu durum tarafları sorunun çözümüne yöneltmiştir. Çözüm arayışları taraflar arasında müzakereleri, müzakere süreci ise Korsika’da yeni bir statü yaratmıştır.

 

Korsika sorununa ilişkin arayışlar 1999 Aralıkta Lionel Jospin başkanlığında düzenlenen geniş katılımlı toplantı ile başlamıştır. Bu toplantıya Korsika’daki bağımsızlık yanlısı partiler dahil tüm grupların katılımı sağlanmıştır. Bu toplantıda müzakerelerle çözüme dönük irade beyanı gerçekleşmiştir. Bu gelişme sonucu silahlı mücadele yürüten Fronte Di Liberazione Nasiuneale Corsu (Ulusal Korsika Cephesi) ve diğer örgütler süresiz ateşkes ilan etmişlerdir. 1999 görüşmelerinden sonra özel statülü Korsika özerkliği taraflarca benimsenmiş ve çatışmalı durum önemli oranda aşılmıştır.

 

 

 

Korsika İçin Özel statü:

 

 

Korsika için özel statü esas kaynağını 1982’deki ademi-merkeziyet ve yerinde yönetim adıyla yasallaşan düzenlemelerden alır. Bu tarihte Fransa anayasasında yapılan değişiklikle “cumhuriyet adem i merkeziyetçidir, yerinde yönetilir” ilkesi kabul edilmiştir. Buna paralel olarak bölgesel sistem yeniden düzenlenmiştir. Bu çerçevede Korsika statüsü özel olarak tanımlanmıştır. Korsika için kanun çıkarılmıştır. Bu kanun geçen süreç içersinde değişikliğe uğrayarak özerkliği dahada güçlendirmiştir.

 

Özerklik statüsü pekiştikten sonra Korsika’da genel oyla seçilen 51 kişilik meclis oluşmuştur. Meclis için yapılan seçimlere bağımsız yanlısı partilerde katılmaktadır. Seçilen meclis başkanı bir anlamda cumhurbaşkanı rolünü de üstlenmektedir. Meclisteki çalışmalar başkan ve altı üyenin (danışma kurulu) tarafından yürütülür. Bu kurul aynı zamanda hükümet işlevi görmektedir. Meclis ekonomik kalkınma, vergilerin toplanması, eğitimin düzenlenip yürütülmesi, kültür, taşıma ve ulaşım gibi konularda yasama organı işlevini görmekte, sorumluluk üstlenmektedir. 1999 tartışmalarından sonra ülke kaynaklarının korunması, geliştirilmesi vb. yetkilerde meclise verilmiştir. Karşılıklı diyalog ve müzakereler çerçevesinde Fransa cumhuriyet parlamentosu bu statüyü kabullenmiş, güvence altına almıştır.

 

 

 

İNGİLTERE-İSKOÇYA SORUNU:

 

 

 

İskoçya büyük Birintanya’nın Kuzeyinde yer almaktadır. Birçok adanın toplamından oluşmaktadır. Nüfusu 5 milyondur. Kişi başına düşen milli gelir 40 bin dolar civarındadır.

İskoçya 12. yy’la kadar bağımsız devlet statüsünü sürdürmüştür. Daha sonra İngiltere ile yaşadığı sorunlar 1707’de parlamentosunun dağıtılıp Birleşik Krallığın parçasına dönüşmesi ile sonuçlanmıştır. Parlamentosunun kullandığı yetkileri Birleşik Krallık devr almıştır. Ancak kendi Kiliselerini yönetmeye ve eski hukuk sistemlerini sürdürmeye devam etmişlerdir. 20. yy’ın sonlarına kadar (kimi değişiklikler olsa da) bu statüyle yönetilmiştir. 20. yy. boyunca İskoçya’da bağımsızlık ve özgürlük talepleri sürekli yükselmiştir. Bunun sonucu olarak 1979 yılında ayrı parlamento ve bağımsızlık talebini içeren referandum yapılmıştır. Referandumla halkın talebi birlikten yana çıkmıştır. Daha sonra İskoçya’nın bağımsız parlamentosu olmalı mı ve bu parlamentonun vergileri değiştirme gücü olmalı mı tarzında iki soruya dayalı yeni bir referandum yapılmıştır. Halkın ezici çoğunlukla evet demiştir. Bu gelişmeye paralel olarak 1999 yılında 129 üyeli İskoçya özerk parlamentosu kurulmuştur. İskoçya’nın kendi palementosunun yanı sıra kendi bayrağı ve başkenti bulunmaktadır.

 

Resmi dili İngilizce olmakla birlikte Galce ve İskoççada resmi dil olarak tanınmaktadır. Sosyal, kültürel ve sportif alanlarda kendi adına uluslar arası etkinliklere katılabilmektedir. Özerk parlamento, sağlık, eğitim, yerel yönetim, sosyal hizmet, vergi (sınırlı) ekonomik kalkınma gibi alanlarda yasama yetkisine sahiptir. Ancak savunma, maliye ve dış politika konularında yasama yetkisi İngiliz parlamentosunundur. Ayrıca İngiliz parlamentosu İskoçya parlamentosunu dağıtma yetkisine de sahiptir. İskoçya parlamentosu kendi içinde seçtiği ilk bakan ya da birinci bakan olarak adlandırılan sistemle yönetilmektedir.

 

İNGİLTERE-İRLANDA SORUNU:

 

İngiltere nin sömürgeciliği geliştirmek için bölgeye yerleşmesinden sonra 1542’de taht yasası ile İrlanda’yı ilhak etmiştir. Bu çerçevede yeni bir statü oluşturmuştur. 18. yy’ın sonuna kadar İrlanda bu statüyle yönetilmiştir. 1793’ten itibaren ülkede cumhuriyetçi ve bağımsızlıkçı fikirler gelişmiştir. 1798’de ise İngilizler ile ilk çatışmalar başlamıştır.

Bunun sonucu 1800 yılında İngiltere birleşme yasasıyla İrlanda üzerindeki denetimini dahada artırmıştır. Bu durum İngilizler için yeni sorunlar yaratmıştır. Var olan ekonomik ve siyasi sorunları daha da ağırlaştırmıştır. 1919–21 tarihleri arasında İrlanda tarihinin en keskin mücadelesi yaşanmıştır. Bu dönemde seçimleri kazanan 73 İrlandalı milletvekili İngiliz parlamentosunu gitmeyerek kendi parlamentolarını kurmuşlardır.

 

1923’te İrlanda, 32 vilayetiyle serbest İrlanda ve Protestan ağırlıklı 6 ilden oluşan Kuzey İrlanda biçiminde yeniden düzenlenmiştir. Bu ayrışmadan sonra İngilizler Kuzey İrlanda’yı Birleşik Krallığın parçası ilan etmişlerdir. Buradaki Parlamento varlığını sürdürmüş fakat yasama yetkisi sınırlandırılmıştır. İngilizler bu yolla K. İrlanda’yı elde tutmaya çalışmışlardır. Fakat gelişmeler umdukları gibi olmamıştır. Protestan birlikçiler ile Katolik cumhuriyetçiler çatışmaya başlamışlardır. Katolikler kamu sektöründe ve ekonomide dışlanmışlardır. 1929’da yönetimde orantılı temsil sistemi tümden kaldırılmıştır. Yönetim tamamen birlikçilere verilmiştir. Bu durum 50 yıllık tek partili birlikçi iktidarın yolunu açmıştır. Bunun sonucu şiddet ve çatışmalar yoğunlaşmıştır. 1968 yılında başlatılan sivil halklar yürüyüşü adadaki statüyü yeniden sarsmıştır. Katolikler özgürlük, eşitlik ve cumhuriyet için mücadelelerini yükseltmişlerdir.

 

Protestan birlikçiler ise polis gücünü kullanarak bu direnişi bastırmaya çalışmışlardır. Buna karşın çatışmalar yayılarak kurtarılmış bölgeler ortaya çıkmıştır. 1969’da birlikçi hükümetin daveti ile İngiltere’ adaya silahlı kuvvet çıkarmıştır. Altı aylık bir operasyon olarak planlanan bir süreç 38 yıllık bir çatışmaya dönüşerek İngiltere’nin yenilgisiyle sonuçlanmıştır.

1980’lerin ortalarından sonra İngilizler savaşı kaybettiklerinin farkındadır. Utangaçça da olsa bu durumu kabullenmeye başlamışlardır. İRA ve SİNN FEİN’de askeri zaferin mümkün olmadığını görmüştür. Her iki tarafta durumu kabul edince müzakere ve görüşmelerin yolu açılmıştır. Görüşmeler başlangıçta dolaylı yürütülmüştür. Yüz- yüze görüşmeler çok sonra gündeme gelmiştir. 1985’te İngiliz ve İrlanda hükümetleri arasında anlaşma imzalanmıştır. Bu anlaşma BM nezdinde saklanan uluslar arası niteliktedir. Anlaşmanın en önemli özelliği K. İrlanda statüsünde ancak burada yaşayan halkın çoğunluğun onayıyla değişiklik yapılabileceğini kabul edilmesidir.

 

Ayrıca antlaşma İrlanda cumhuriyeti ile K. İrlanda arasında bir konferans yapılmasını da güvence altına alınmıştır. Bu İrlanda tarihinde barış görüşmelerinin dönüm noktasını oluşturmuştur. Ancak Protestan birlikçiler İngiltere tarafından kendilerinin satıldığı, SİNN FEİN ise taleplerini karşılamaktan uzak olduğu gerekçesiyle anlaşmaya karşı çıkmışlardır. Bu durum dolaylı müzakereleri zedelemiştir. 1992’de müzakereler başarısızlığa uğramıştır. SİNN FEİN şiddeti desteklediği gerekçesiyle süreçten dışlanmıştır. Dışlama şiddeti daha da tırmandırmıştır. Bunun üzerine yeniden müzakere süreci başlamıştır.

 

Bu sürece kadarki müzakerelerde görüşmeler İngiltere ile İrlanda cumhuriyeti ve İrlanda cumhuriyeti SİNN FEİN arasındadır. 1993’te İngiltere başbakanı John Major ile İrlanda başbakanı Albert Reynolds Londra’daki yaptıkları görüşmede İrlanda geleceği için bir bildiri üzerinde uzlaşmışlardır. Bildiri; iki İrlanda’nın birleşmesi kararını ve sınır sorunlarını referandumla çözmeyi öngörmüştür. Bildiride somutlaşan antlaşma sonucu İRA ateşkes ilan etmiştir. Fakat İngiliz hükümetinin silahsızlanmayı ön şart olarak dayatması sonucu görüşmeler yeniden tıkanmıştır. Fakat İngiltere’de 1997’de yapılan seçimlerde işçi partisi güçlü çıkınca ilk iş olarak müzakere için silahsızlanma ön şartından vazgeçmiştir. Yeni bir ateşkes için İRA ve SİNN FEİN’e polis teşkilatında köklü reform, istihdamda eşitlik sağlama, cumhuriyetçi mahkûmların İngiltere’den İrlanda’ya nakletme vb. konularda güvence vermiştir. Bu çerçevede İRA 1997 yılında yeniden ateşkes ilan etmiştir. Aynı yılın Eylül ayında SİNN FEİN resmi olarak müzakerelere doğrudan katılır. 1998’de ise Kutsal Cuma anlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşmaya göre;

 

1Taraflar K. İrlanda halkının geleceğine, bizzat halkın karar vereceğini kabul eder.

2.Kuzey İrlandalılar, kendilerini İngiliz-İrlandalı ya da her ikisi birden olma, böyle tanımlama ve bu kimlikler-pasaportları taşıma hakkına sahiptirler.

3.İrlanda cumhuriyeti, K. İrlanda’dan toprak talep etmekten vazgeçmiştir.

4.Anlaşma İrlanda cumhuriyetiyle federasyon yolunu açar.

5.Anlaşma tüm İrlanda halkı için kaderini tayin hakkını tanır.

6.Ortak sorunların çözümü için bir Kuzey-Güney bakanlar komisyonu kurulur.

7.Yeni kurulan Galler ve İskoçya meclisleriyle İngiltere, İrlanda ve Kuzey İrlanda meclislerinden temsilcilerin yer alacağı bir İngiliz-İrlanda meclisinin kurulması öngörülür.

8.Eşitlik ve İnsan Hakları komisyonlarının kurulması öngörülür.

9.Mağdurların ihtiyaçlarını tanıma ve giderme güvence altına alınır.

10.Milis örgütlerine mensup mahkûmların serbest bırakılması hızlandırılır.

11.Günlük yaşamı normalleştirme, adalet ile polis teşkilatı için bağımsız komisyonların kurulmasını karar altına alır.

 

Müzakere ve bunun sonucu açığa çıkan bu anlaşma İrlanda adasının Kuzey ve Güneyinde yaşayan insanların çoğunluğun onaylanması şartına bağlanmıştı. Müzakereler sonucunda bu çerçeve anlaşma halkın onayına sunulmuştur. Kuzey İrlanda da %71, İrlanda Cumhuriyetinde ise %94 evetle onaylanıp-yürürlüğe girmiştir.

 

 

 İSPANYA DA ÇÖZÜM:

 

 

İspanya Avrupa’nın ikinci büyük ülkesidir. 14 ve 15. yy’da yaygın bir sömürge sistemi kurmuştur. 19. yy’la gelindiğinde elde ettiği sömürgelerini hızla kaybetmiştir. Bu gelişme derinleşmiş iç sorunları tetiklemiştir. 1931 yılında cumhuriyet rejimine geçmiştir. Fakat geçmişle keskin bir kopuş yaşamamıştır. Sömürgelerden kaynaklı sorunları cumhuriyete de taşımıştır.1936 yılında yapılan seçimlerde solcuların başarılı çıkması üzerine iç savaş baş göstermiştir. Solcu cumhuriyetçilerin etkin olduğu yıllar boyunca yoğun iç sorunlara rağmen ciddi demokratikleşme adımları atılmıştır. 1932’de Katalonya halkının hakları ve kısmi özerkliği tanınmıştır. Bask ülkeside bu dönemde özerkliğine kavuşmuştur.  Fakat 27 Eylül 1936’da patlak veren ve faşist Franko’nun iktidarı ele geçirmesiyle sonuçlanan iç savaşla bu süreç kesintiye uğramıştır. 1936–39 yılları arasında devam eden iç savaş demokratik gelişmeyi durdurarak Faşizm kurumsallaşmasına yol açmıştır.

 

39 yıl süren faşizan iktidar 1975 yılında Franko’nun ölümüyle sona ermiştir. 1977’de serbest seçimler yapılmıştır. 1978’de yeni anayasa kabul edilmiştir. Yapılan yeni anayasaya göre İspanya 17 özerk bölge ve iki özerk şehre ayrılmıştır. Özerk bölgelerin kimileri sadece bir il’den oluşmaktadır. Örneğin başkent Madrid bu statüdedir. Özerk bölgeler kendi özerklik kanunlarını yetkili kurullarınca yapmaktadırlar. Farklı diller kültürel miras kabul edilmektedir. Bu mirasın korunması güvence altına alınmaktadır. Geniş özerkliği olan Katalonya, Bask ve Galiçya’da halkın konuştuğu dil ikincil resmi dil statüsündedir. Eğitim özerk bölgelerin yetkisindedir. Her üç bölgede de eğitim anadil ile yapılmaktadır. Özerk topluluk kurumların da İspanyolcanın yanı sıra bölge halkının konuştuğu dilin kullanımı önünde her hangi bir engel yoktur.

 

2006’da özerk bölgeler konusunda daha ileri adımlar atılmıştır. Katalanlarla daha geniş özerklik anlaşması yapılmıştır. Buna göre Katalonya siyasi bir varlık olarak kabul edilmiştir. Ulusal kimlik ve ekonomi üzerindeki tasarruf hakkı Katalonya meclisine teslim edilmiştir. Katalan ya da toplanan vergilerin dağıtım oranı Katalanlar lehine artırılmıştır. Buradaki özerk yönetimin yetkileri genişletilmiştir. Yeni statü gereği adli, sosyal ve eğitim konularında özerk yönetim karar merci haline gelmiştir.

İspanya’nın Bask bölgesindeki sorunların geçmişi 19. ise yüzyıl’a kadar dayanmaktadır. 19. yy’la kadar Bask halkı kendi ülkelerinde kendi dilleri, kültürleri ve kimlikleriyle ayrı bir siyasi varlık olarak yaşamışlardır. Kendi parlamentoları, mahkemeleri, askeri güçleri, idari ve mali yapılarıyla oldukça özerktirler. İspanya ile bağları gevşektir. 19. yy’da başlayan sanayileşme ve bu çerçevede gelişen merkeziyetçilik Bask bölgesinin de statüsünü sona erdirmiştir. İspanyolların mutlak hâkimiyetine dayanan yeni statü Bask kimliği, kültürü ve dilinin yok edilmesi üzerine kurgulanır. Bu çerçevede kamu hizmetlerinde Euskera (Bask dilinin) kullanımı yasaklanmıştır. Baskıcı ve yasakçı uygulamalar yüzyıl sürecek direnişin fitilini de ateşlemiştir. Bu direniş ortamında kurulan ilk siyasi örgüt Parti Do Nacional Vasco’dur (PNV). Bu partinin amacı Bask halkını tek bayrak altında toplamak ve özgürlüğüne kavuşturmaktır. 1959’da bir grup üniversiteli solcu genç PNV’den ayrılarak Euskadı Ta Askata suna (ETA) kurmuşlardır.

 

ETA başlangıçta faşist Franko rejimine karşı silahlı mücadele yürütmüştür. Halkların kültürel-siyasal haklarını ve emekçilerin özgürlüğünü savunmuştur. Sol öğreti temelinde hareket ederek, Bask bölgesinin İspanya’dan ayrılmasını ve bağımsız bir ülke haline gelmesi için mücadele etmiştir.

İspanya’da faşist rejimin çözülmesinde ve demokratikleşmesinin gelişiminde ETA’nın yürüttüğü mücadele ve Bask halkının direnişi önemli rol oynamıştır. Özellikle Franko yönetiminin Bask dilini ve kimliğini inkâr etmesi, özerk statü ve kurumlaşmalarını kaldırması ETA’nın toplumsal meşruiyetini ve gücünü artırmıştır. Kuruluşundan 1968 yılına kadar ETA orta düzeyde bir şiddet uygulamıştır. Bu tarihten sonra ise yüksek düzeydeki asker ve sivil bürokratları hedef seçmiştir. Şiddetin dozunu artırıp yaygınlaştırmıştır.

 

Franko’nun ölümünden sonra İspanya’da yönetime gelen Kral Juan Carlos Bask sorunu dahil İspanyadaki tüm sorunları demokratik yöntemlerle çözmek istemiştir. Bu çerçevede arayışlara girmiş, çalışmalar yürütmüştür. Öncelikle güven artırıcı kimi adımlar atılmıştır. Bu çerçevede demokratik bir seçim yasası çıkarılmıştır. Ardında siyasi partiler yasası değiştirilmiştir. Ayrılıkçılığı savunan partilerin kurulmasına izin verilmiştir. Yapılan reformlar muhalefetle görüşülerek ve ortaklaşılarak yapılmıştır. Demokratik birleşik muhalefet reformları gerçekleştirmek için kendi içinde 9 kişilik bir komisyon kurmuştur.  9 kişilik bu grubun içinde komünist, bask ve Katalan bağımsızlıkçıları, sosyalist, liberal, sosyal demokrat vb kesimlerden temsilciler yer almıştır. Bu grup ile ispanya başbakanı reformların uygulanması konusunda ortak hazırladıkları yol haritası üzerinde anlaşmışlardır. Bu yol haritasının en önemli yanı yani bir anayasanın hazırlanmasıdır. 1978’de kabul edilen anayasa böyle hazırlanmıştır.

 

Bu anayasa ile İspanya özerk bölgelerden oluşan bir devlet haline gelmiştir. Bu durum anayasada şöyle güvence altına alınmıştır. Anayasa; İspanyol ulusunun parçalanamaz birliğine, bütün İspanyolların ortak yurdunun bölünmezliğine dayanır; ulusu oluşturan milliyetlerin ve bölgelerin özerklik hakkını ve kendi aralarındaki dayanışmasını tanır ve güvence altına alır’  Bu düzenlemeyle Özerk bölgeler anayasal güvenceye kavuşur. Her özerk topluluk kendi parlamentosunu kurma hakkını kazanır. Yasal güvence altındaki bu parlamentolar “İspanyol ulusunun birliğinin ayrılmazlığı ve bütün İspanyolların ortak vatanının bölünmezliği” ilkesi gereği bağımsızlık kararı alamazlar. Anayasanın bir başka maddesi ise “yasalar önünde bütün İspanyollar eşittir” biçiminde düzenleme yapılmıştır. Düzenlemeyle özerk bölgelerin bir başka özerk bölgeyi denetimine almasının önüne geçilmiştir.

 

Her özerk topluluk vergi koyma, toplama, polis teşkilatı oluşturma ve yönetme, kendi dilinde görsel, işitsel ve yazılı medya yayını yapmak, eğitim faaliyetini düzenleme, yürütme gibi geniş yetkilerle donatılmıştır. Bu gelişmelerle İspanya ciddi bir demokratikleşmeyi yaşamış, 1986’da Avrupa Birliği üyesi olmuştur. Yapılan düzenlemeler ile Bask halkının talepleri örtüşmemiştir. Bu nedenle çatışmalar sona ermemiştir. Yaygınlaşan çatışmalar sonucu İspanya hükümeti olağanüstü hal ilan etmiştir. Yakaladığı ETA militanlarını askeri mahkemelerde yargılayıp ağır cezalara mahkûm etmiştir. Yasak ve baskıları devreye koymuştur. Çatışmalar 2006 yılına kadar inişli çıkışlı devam etmiştir. Yer-yer başvurulan ateşkesler kalıcı bir çözüm yaratamamıştır.

 

Sonuç olarak Bask sorununda çelişki ve çatışma halen devam etmektedir. Sorunun devam etmesinden İspanyol egemenlerinin tahakkümcü yaklaşımları belirleyicidir. Çünkü İspanyol egemenlerinin kibiri kendilerini dünyanın tek sahibi sanacak düzeydedir. Bu yanılgılı görüşün tarihsel arka planı vardır. Papa bile 15. yy’da dünyayı ekvator çizgisinde ikiye ayırarak İspanyol ve Portekiz sömürgeciliği arasında bölüştürmüştür. Bu tarihçe kibir ve tahakküm istemini sürekli üreten zemindir.

 

 

 

 

 GÜNEY AFRİKA ÇÖZÜMÜ:

 

 

Toplumsal sorunların çözümünde önemli örneklerden biri de Güney Afrika deneyimidir. Aralık 1996’da başlayıp Şubat 1997’de yürürlüğe giren anayasa bu deyimin en çarpıcı ifadesidir. Afrika kıtası sömürge savaşlarının ve sömürge uygulamalarının hem insani ve hem de kaynaklar bakımından en fazla tahrip olanıdır. Kıtanın büyük bölümü birçok yönüyle sömürgeciliğin gelişip kökleştiği merkezdir. Güney Afrika cumhuriyeti bu uygulamaların en vahşi biçimiyle hayat bulduğu bir ülkedir. Yerli halkı köleleştirme ve zengin elmas-altın madenlerini denetime alma istemi, sömürgecilerin buraya yönelimlerini hem süreklileştirmiş, hemde acımasız kılmıştır.

 

G.afrikada ki ırkçılığın kökenleri 1800’lerden itibaren kurumlaşmaya başlayan sömürgeci sisteme dayanır. Fakat 1910 yılında yürürlüğe giren düzenlemelerle anayasal hüküm haline gelir. Bu anayasa Apartheid (ayrımcılık) ve beyaz azınlığın egemenliğini güvence altına alır. Bu statüye karşı her türlü faaliyeti yasaklar. 1948’de iktidara gelen ulusal parti bu durumu daha da kurumsallaştırır. Bu çerçevede nüfus kayıt yasasını devreye koyar. Oy hakkına sahip olmayı beyaz ırktan olmayla sınırlar. Keza toprak sahibi olma, barınma, yerleşim, okul ve üniversiteler, sağlık hizmetleri, spor vb. faaliyetleri de bu çerçevede yeniden dizayn eder. Irkçılığı hayatın her alanında hakim kılar. Irkçılığı resmi politika haline getirir. 1950 yılında bölge yasalarını çıkararak şehirlerde her ırkın yaşam ve iş alanlarını ayırır. Başka bölgelere gidiş gelişleri, çalışmayı ve arazi almayı yasaklar. Siyahların başka bölgelere gidişini önlemek için geçiş belgesi taşımayı zorunlu hale getirir. Ülkedeki savaş bu zemin üzerinden yükselir.

 

Irkçı uygulama ve saldırılar köklü bir direnişi ve başkaldırıyı yaratır. 1910 yılında ırkçılığın anayasal hüküm haline getirilmesi ve topluma dayatılması 1912 yılında yerli halkın direnişine neden olur.  1912’de yerli halk Afrika Yerli Ulusal kongresi adı altında bir araya gelip örgütlenir. Bu örgütlenmenin temel amacı siyahların ve renklilerin oy hakkını korumaktır. Bu örgütlülük 1923 yılında Afrika Ulusal Kongresi (ANC) adını alır. 1940’tan itibaren ırkçı rejime karşı mücadelenin öncülüğünü üstlenir. 1960–1990 yılları arısında yasaklanır. 1960 yılında sivil Afrikalıların katledilmesi ve ANC’ nin yasaklanması üzerine Apartheid rejimine karşı şiddet ve sabotajlara başvurur. 1963 yılında ANC lideri Mandela ve bir grup arkadaşı tutuklanır. Vatana ihanet, sabotaj ve komplo suçlamasıyla ömür boyu hapse mahkûm edilir. 28 yıl hapiste kalan Mandela tutuklu koşullarında ANC politikalarına yön verir, müzakereleri yürütür.

 

Nelson Mandela ve arkadaşlarının tutuklanması,  ağır baskı ve tecritte tabi tutulması Afrikalıların mücadelesini geriletmez. Aksine mücadeleyi toplumsallaştırarak, güçlendirir. G.afrika İçteki sıkışmışlık ve çöküş belirtileri sonucu saldırganlaşır. Ocak 1986’da Güney Afrika birlikleri Lesoto’yu kuşatır. Aynı yılın Ağustos ayında Angola’ya karşı savaş ilan edilir. İki olayda da gerekçe ANC’li direnişlerle ilişkidir. Rejimin içteki sürdürülmezlik durumuna, dış dünya nezdindeki itibarsızlaşması eklenir. İsyanla baş edemeyen rejim, uluslar arası yaptırım ve ambargolarla karşılaşır. Bunun sonucu önce ayrımcı politikalar gevşetilir. İlk adım olarak 1984’te farklı renkliler arasında evlilikler serbest bırakılır. Bunu Hint asıllılara ve Metislere kimi sınırlı hakların verilmesi takip eder. Siyahlara yönelik herhangi bir iyileştirme yapılmaz. Bu çok güçlü tepkilere, tepkiler ise görev süresi dolmadan cumhurbaşkanı Botha’nın 1989’da yerini De Clark’a bırakmasına yol açar.

 

De Clark göreve gelir gelmez tüm Apartheid uygulamalarına son verir. Bu çerçevede 2 Şubat 1990’da ulusal hükümet başkanı De Clark “şimdi demokratik müzakere sürecidir” diyerek ANC üzerindeki yasağı kaldırır. Uzun süredir gizli yürütülen müzakereler aleniyet ve resmiyet kazanır. Nelson Mandela ve yoldaşları serbest bırakılır. Sürece dahil olurlar.

1993 yılında muhafazakar parti (Hollandalıların kurduğu parti) Afrika Halkı Birlik partisi, Zuluların örgütlendiği Pan Afrika Kongresi (PAC) gibi parti ve gruplarla müzakere sürecine dahil edilirler. Bu gruplar aynı zamanda o güne kadar müzakere ve uzlaşıya en karşıt olan kesimlerdir.

 

Bu grupların katılımı ile çok taraflı müzakere formları düzenlenir. Bu formların tartışma konuları raporlar haline getirilir. Ortaya çıkan sonuçları takip için birçok teknik komite kurulur. Komiteler hiçbir siyasi grubun denetiminde değildir. Her komite altı kişiden oluşur. Süreç içersinde bu komiteler müzakerelerin temel araç haline gelir. Müzakereleri bunlar yürütür. Çalışmalarda ilerleme sağlarlar.

Bunun sonucu;

1-    1994 yılında seçimlere gidilmesini karara altına alır.( bu tarihte seçim yapılır. ANC birinci parti olur. Nelson Mandela cumhurbaşkanı seçilir )

2-    Geçici bir anayasa için yöntem belirlenir.

3-    Anayasa hususları teknik komitesi yeni anayasa için bir metin hazırlar.

4-    Teknik komitelerden biri geçici hükümetin yapısı üzerinde çalışır, 1994’te yürürlüğe girecek biçimde bir çerçeve metin açığa çıkarır.

5-    Geçici sürecin sonunda göreve gelecek hükümet, ülkeye gerçek anlamda barış ve demokrasi gelmesi ve yeni bir anayasaya hazırlaması ile sorumlu kılınır. Geçiş süreci bu çerçevede tanımlanır.

1994’te ilk defa siyahlarında katıldığı seçimler yapılır. Seçimlerin Nelson Mandela başkanlığındaki ANC %62’lik oy oranı ile kazanır. Seçilen 490 üyenin görevi iki yıl içersinde yeni anayasayı hazırlamak ve onaylamak olan kurucu meclistir.  Bu meclis çalışmalarına başlar başlamaz bünyesinde çok partili bir anayasa komitesi ve ona bağlı farklı alanlarda çalışacak altı alt komite oluşturur. Komiteler çözüme ve toplumsal sorunlara dair çalışma yürütürler, raporlar hazırlarlar. Bu çerçevede hazırlanan raporlar 1995’te güçlü bir örgütlülük ve iletişim ağıyla topluma sunulur. Bu yolla herkes müzakere ve inşa sürecine katılır.

Sürece en geniş halk katılımı sağlanır. Özellikle görüş, öneri ve düşüncelerini dilekçe ile sunma yöntemi oldukça yaygın kullanır. Bunun yanı sıra sivil toplum örgütleri, belediyeler, akademisyenler gibi çevreler, şekillenecek yeni anayasa için panel, sempozyum, TV programı vb yollarla toplum nezdinde faaliyet yürütürler. Bu süreç boyunca önce teknik komitelerde biriken halkın görüş ve önerileri buradan anayasal metin haline getirilir. Sonrasında kurucu meclise sunulur. Burada tartışılıp son biçimi alınır.

 

Kurucu meclis düzeltme sürecine halkı, meslek kuruluşlarını ve sivil toplum örgütlerini de katar. Bu kesimlerin düşüncelerini direkt katılım ya da dilekçe yoluyla alır. Bu çerçevede metne son biçimi verir. Metin onaylanarak 4 Şubat 1997’de yürürlüğe girer. Bundan sonraki çalışma yeni anayasayı toplumun tüm kesimlerine taşırma ve benimsetme sürecidir. Anayasa, G.afrikada resmi olarak kabul gören 11 dilde 7 milyon adet basılarak halka dağıtılır. 4 milyonu okullara dağıtılır, 500 yüz bini polis teşkilatı ve orduda dağıtılır. 1997 Mart’ın da bir haftalık anayasa haftası ilan edilir. Anayasanın en geniş kesimlerle benimsenmesi sağlanır. Son olarak 30 Nisan 1997’de kurucu meclis işlevini yerine getirdiğini söyleyerek kendini fes eder. Böylelikle anayasa yapım süreci resmen sona erer. Bu düzenlemeler çerçevesinde İngilizce ve Afrikans dillerinin yanı sıra 9 farklı yerel kabile dili de ülkenin resmi dili olarak kabul edilir. Çok dillilik ve çok kültürlülüğe dayalı eğitim sistemine geçilir.

 

Güney Afrika deneyiminin en önemli yönlerinden biri geçmiş yaşananlarla cesur ve akılıca hesaplaşabilmesidir. Bu konuda temel mekanizma geçmiş ile yüzleşme, gerçekleri açığa çıkarma, hakikatleri aydınlatma ve mağduriyetlerin giderilmesi için “ Hakikat ve Uzlaşı Komisyonları”dır. Hakikat ve uzlaşı komisyonlarının tüm çalışma ve oturumları şeffaf bir biçimde kamuoyuna açıktır. Herkeste ve her kesimde bu yolla hesap verebilirlik geliştirilir. Irkçı faşist uygulamalar sonucu kaybetme ya da yaşamını yitiren kurbanların akıbetini tespit etme, faillerini açığa çıkarma çalışması yürütülür. Mağduriyetlerin giderilmesi insan hakları ve vatandaşlık haklarının iade edilmesi için mekanizmalar oluşturulur.

 

 

Geçmişin tekrarlanmaması için düzenlemeler yapılır. Ulusal bütünlüğün gelişmesi ve demokrasinin güçlenmesi için kurumsallaşmalara gidilir. Başta geçmiş hükümet başkanı, üyeleri olmak üzere ANC üyeleri ve rejimin bürokratları, üst düzey yöneticileri vb. oluşturan herkes Hakikat ve Uzlaşı Komisyon’larına hesap verir. Bunlar gerçekleştiği oranda toplumsal kin, öfke nefret yerini acıların paylaşımına, sevgi, saygı ve af etme kültürüne bırakır. Yüzyıllardır toplumu kemiren sömürgecilik, onun aktığı zehir toplumdan yaratılan düşmanlık gittikçe yerini birbirini anlamaya, birbiri ile dayanışarak kendini var etmeye çalışan bir toplumun filizlenmesine bırakır.

 

 

 

SRİLANKA VE TAMİL SORUNU:

 

 

Bir ada ülkesi olan srilanka 1500’lü yıllardan başlayarak sırasıyla Portekiz, Hollanda ve İngilizlerin egemenliğinde kalmıştır. 1948 yılında İngilizlerden bağımsızlığını kazanarak Seylan adını almıştır. 1972 yılında ülke bu kez adını Srilanka olarak değiştirmiştir. Petrol dışında değerli yeraltı madenlerine sahiptir. Bu özelliğinden dolayı sürekli dış güçlerin istila ve müdahalelerine maruz kalmıştır. Nüfusu %74 Sinhalalar, %18’i Tamiller, geri kalanı küçük gruplardan oluşmaktadır. Sinhalalar Budist, Tamiller ise Hindu dinine mensuptur. 4 milyona yakın Tamil’linin bir milyonluk bölümü İngilizlerin tarımda çalıştırmak üzere Hindistan’da getirdiği topluluktur.

 

Srilanka da devletin etnik temelli olması tüm sorunların kayağını teşkil eder. Bir etnik temele dayanma kaçınılmaz olarak diğerini yok sayma ve temel haklardan mahrum bırakmayı koşullar. Bu durum ise çelişki ve çatışmaları tetikler. 1970 yılında Tamilli gençlerin yüksek okullara girişi yasalarla engellenir. Bu yıllarda Tamillere karşı memurlukta kota sistemi devreye konulur. 1971 yılında ülke Seylan’dan Srilanka’ya dönüşürken Tamil toplumunun dilinin resmi dil olarak kabulünü öngören yasa kurucu mecliste ret edilir. Bu durum savaşa yol açar.

 

1972 yılında Tamillerin tüm partileri birleşme kararı alırlar ve çatışmalar başlar. Bu süreçte Tamil Özgürlük Kaplanları örgütü kurulur. Örgüt hedefini ülkenin bağımsızlığı olarak açıklar, örgütlenmesini yaygınlaştırır. Ocak 1975’te zulmün sembolü haline gelen Cafna belediye başkanı Tamil Kaplanları örgütünce öldürülür. Bu olayla silahlı isyan başlar. Baskı yeni baskılara, şiddet ise daha güçlü şiddete davetiyedir. Srilankada da bu diyalektik işler. Toplamında 80 bin cana mal olan savaş böyle başlar.

 

Savaşın uzaması, tarafların artan kayıpları ve yoğun yıpranmışlık çözüm için yeni arayışları getirir. 29 Haziran 1987’de Hindistan’ın arabuluculuğuyla karşılıklı ateşkes ilan edilir. 10 bin Hindistan askeri gözlemci sıfatıyla bölgeye gönderilir. Sorunun çözümü için çaba gösterilir. Fakat ateşkese rağmen sorun devam eder, çatışmalar sürer. Çatışmalar ortamında Hindistan’ın askeri kayıpları olur. Binden fazla askerini kaybetmesi üzerine 1990 yılında Hindistan askerlerini geriye çeker. Bu gelişmeler Tamillerin daha geniş hâkimiyet alanlarına ulaşmasıyla sonuçlanır. 1993 yılında Srilanka devlet başkanı Rangingha Pamadasa bir suikasta kurban gider. 1998’de ülkenin başkenti ve merkez bankası baskına uğrar. Savaş yaygınlaşır, kaos derinleşir. Askeri yollar dışında çözüm arayışı bu kez cumhurbaşkanı Bayan Çandirika Qumaratunga’dan gelir.

Cumhurbaşkanı bir plan hazırlar. Buna göre;

a)Tamillere özerklik tanınacak

b)Srilanka federal bir yönetime dönüşecek

c)Ülkenin Kuzey ve Kuzeydoğusundaki 8 eyalet yönetimi Tamillere verilecek

Bu plan muhalefetin karşı koyuşuyla karşılanır. (ülke bölünür diye) Tamiller de plana karşı gönülsüz davranır. Plan parlamentoda dirençle karşılaşır, yasallaşmaz. Bu gelişmeler çatışmaları daha da yaygınlaştırır. Bu ortamda gidilen seçimlerde Ranil Mikran liderliğindeki milli Birlik Partisi seçimleri kazanması halinde Tamil Kaplanları ile görüşerek sorunu çözeceğini kamuoyuna deklere eder. Seçim çalışmalarını bu çerçevede yürütür. Bu parti o güne kadar her türlü müzakere ve görüşmelere karşı çıkan oluşumdur.

 

Seçimde zaferle çıkan Milli Birlik partisi iktidarını kurduktan hemen sonra Norveç’in arabuluculuğuyla Tamillerle ateşkes anlaşması imzalar. Bu kez de ateşkes ve müzakere çabası cumhurbaşkanı Ç. Kumratunga’nın yoğun muhalefetiyle karşılaşır. Cumhurbaşkanı anlaşmayı imzalamak için örgütün silah bırakmasını ön şart koşar. Bu durum hükümet ve cumhurbaşkanı arasında kaosa yol açar. Sürecin işlememesi sonucu Norveç arabuluculuktan çekilir.

Bu nedenle 1 Kasım 2003’te Tamiller bir deklarasyonla kendi çözüm önerilerini kamuoyuyla paylaşırlar. Buna göre;

1-     Örgütün hakim olduğu bölgelerde tamiller tarafından geçici bir devlet kurulacaktır.

2-     Geçiş döneminde ayrıca kuzeydoğu bölgelerinde özerk bir yönetim oluşturulacaktır. Bu yönetimde çoğunluk Tamiller de olacaktır. Fakat Sinhalalar ve Müslümanlarda yönetimde yer alabileceklerdir.

3-     Geçiş dönemi 5 yıl sürecektir. Sürecin sonunda genel seçimler yapılacaktır.

4-     Kalıcı olarak bütün ülkede azınlık haklarını korumak için insan Hakları Komisyonu kurulacaktır.

 Tamillerin bu çıkışı ülkedeki kaosu daha derinleştirir. Ülke dış dünyada itibarsızlaşmayı yaşar. Tsunami felaketinde tahrip olan ülkenin yeniden inşası için uluslar arası camiada Srilanka ya verilmesi gereken 5 milyar dolar yardım Japonya’nın girişimi ile iç savaşın çözülmesi şartına bağlanır ve bloke edilir. Bu ortamda 2005 Kasım’da yapılan cumhurbaşkanı seçimi savaşın kaderinde belirleyici rol oynar.  Seçim Milli Birlik partisi adayıyla özgürlük Partisi adayı arasında geçer.

 

Tamilleri askeri olarak ezmeyi vaat eden Özgürlük partisi adayı Mahinda Racapaska kazanır. Bu her yönüyle Srilanka için yeni bir dönemdir. Seçimden hemen sonra hükümet başta ABD olmak üzere, bölgenin iki devi Çin ve Hindistan’ın da sınırsız desteğini alarak Tamil bölgesine topyekûn bir saldırıya girişir. Tüm insani değerleri çiğneyerek üç yıl sürecek bir yıkım ve yok etme savaşından sonra bölgeyi askeri olarak ele geçirir. Bu Sonucu yaratan nedenler ikilidir. Birincisi, içsel olan Tamil Kaplanlarının kendi bünyelerindeki sorunlardır. İkincisi ise, uluslar arası tekellerin-devletlerin bölgeye olan ilgisi, bölgeye yönelik tasarımları ve bu tasarımların Srilanka hükümeti tarafından kayıtsız şartsız kabullenmesidir.

Buna göre,

1-Tamil Kaplanlarının denetimindeki Kuzey ve kuzeydoğu bölgeler Çin, Hindistan, Pakistan ve ABD’ye ait birçok şirketin açılmak istediği, turizm, endüstri ve tarım projeleri geliştirmek istedikleri bölgelerdir. Bu kirli istemlerin önündeki engel Tamil Kaplanlarıdır. Dolayısıyla hükümetin Tamillere karşı yürüttüğü kirli savaş çok uluslu şirketlerin ve ismi geçen ülkelerin askeri, siyasi, diplomatik desteğini alması zor olmaz. Srilanka hükümeti bir yandan Tamilleri siyasal-diplomatik olarak dünyadan tecrit ederken, diğer yandan ABD’den aldığı güçle Tamilleri askeri olarak yıkıma uğratır.

 

 2- 2004 yılındaki Tsunami felaketi Srilanka’daki savaşta sonuçta ciddi rol oynar. Bölge halkı önemli oranda balıkçılıkla geçimini sağlamaktadır. Tsunami bu durumun alt yapısını tahrip eder. Balıkçılığı imkânsız hale getirir. Yanı sıra bölgenin sağlık, eğitim vb. alt yapısını felce uğratır. Yeniden inşa için Tamillerin uluslar arası camiaya yaptığı çağrılar cevap bulmaz. Tsunami de ölen 20 bin insanın yanı sıra bir milyon insan evsiz işsiz kalır. Bölge ekonomik olarak tamamen çöker. Doğal afetin yarattığı bu duruma Srilanka devletinin kuşatma, ambargo ve süreklileşen bombardımanı da eklenince yıkım derinleşir, çekilmez hale gelir. Özellikle ambargo ve kuşatma tamillerin deniz ticaret hattını tamamen yok eder, Tamil toplumunu açlık ve yoksullukla baş başa bırakır.

 

 3-Bu gelişmelere paralel olarak Tamil kaplanları örgütünün en önemli isimlerinden Doğu güçlerinin komutanı Vinayagamoorthy Muralitharan (Albay Colonel Karuna) Mart 2004’te Tamil Kaplanlarından ayrılmasıdır. Tamillerin lideri Vellupillai Prabakharan ters düşen Colonel Karuna, kendisiyle birlikte yaklaşık 6 bin gerillayı da Tamillerden koparır.

Tamil Elam Halk Kurtuluş Kaplanları adıyla yeni bir Örgüt kurar. Hükümet güçlerinin desteğini arkasına alarak Tamillere saldırır. Tamillerin Doğu bölgesini Kaplanlardan temizleyerek denetimine alır. Bu Tamil Kaplanlarına ciddi bir darbedir. Yenilginin esas nedenlerinden biri de budur.

Srilanka hükümeti terörizme karşı mücadele adı altında ülke kaynaklarını ABD, Hindistan ve Çin’e peşkeş çeker. Bunun karşılığında sadece politik değil, sınırsız askeri destekte alır.

 

Sonuç olarak, bu etkenler Tamil halkının ve onun savaşan gücü durumundaki Kaplanların yenilgisini getirir. Kaplanları askeri güç olmaktan çıkarır. Oluşan de facto yönetim sona erer. Bölge yeni baştan işgal edilir. Yüz binlerce Tamilli terörist olduğu gerekçesiyle toplama kamplarına gönderilir. Binlercesi öldürülür. Srilanka hükümetinin zaferi bu zemin üzerine yükselir. Savaştan hemen sonra Genelkurmay başkanı ile hükümet başkanının yarıştığı seçime gidilir. Her iki tarafta Tamillere karşı uygulanan vahşeti kendine mal ederek seçimde zaferle çıkmaya çalışır. Seçim iktidar partisinin birinci olmasıyla sonuçlanır. Savaşı yürüten genelkurmay başkanı çıkan sonucu kabul etmez. Bunun üzerine meşru hükümete karşı komplo ve darbe tertip etmekten dolayı tutuklanır. Hakkında bu suçlamalara ek olarak ayrıca rüşvet ve yüz kızartıcı suçlardan dava açılır. Halen tutukluluğu devam etmektedir. Bu durum başarı stratejisini özgürlüğü ve halkları katletme üzerlerine kuranların kaderidir. Srilanka da bir kez daha işleyen bu diyalektiktir. Bunun yarattığı yönetim krizi her geçen gün derinleşerek devam ediyor. Bu nedenle Srilankada dökülen onca kana rağmen herhangi bir zaferden bahsedilemez.

 

Türkiye’de Kürt sorununa paralel olarak bu konu son yılarda sıkça gündemleştirilmekte-tartışılmaktadır. Kürtlere aba altında sopa gösterenlerce çözüm olarak sunulmaktadır. Ayrıca Silahlar oldukça Kürt sorununda çözüm olmaz, silahların devreden çıkması çözümü kolaylaştırır söyleminin bir demagojiden ibaret olduğunu kanıtlayan dramatik bir örnektir. Çünkü Srilankada silah devreden çıktığı andan itibaren toplama kampına sürülmek, dünyanın dört bir yanına savrulmak, baskı ve şiddetin gölgesinde yaşamak kadere dönüşmüştür.

 

 

 

 

 

 

Cumhuriyet ve Kürtler

 

        

 

Türkiye cumhuriyetinin kuruluşu tamamen konjektürel gelişmelerin ürünüdür. 1900’lerin başında batı Avrupa merkezli boy veren ulus devletçiliğin Anadolu’ya taşınmasıdır. Kuruluş ve gelişimde iç dinamiklerin etkisi sınırlıdır. Hem kuruluş, hemde kurumsallaşmasına toplumsal katmanların katılımı zayıftır. İşçi sınıfı-emekçi kesimler gibi aydınların da bu sürece katılımı oldukça cılızdır. Toplumda en örgütlü yapı olan bürokrasinin de katılımı en alt katmanlar düzeyindedir. Teşkilatı-mahsusa artıkları ve düşük rütbeli subaylarla sınırlıdır. Toplumsal katmanların kuruluş sürecine böylesine ilgisiz kalması cumhuriyetin karakteristik şekillenmesine de yansımıştır. Bu şekillenme sonucu pozitivizme dayalı düşünce akımları ve jakobenist uygulamalar hem cumhuriyet kadrolarının zihniyetine, hemde kurumsallaşma çabalarına damgasını vurmuştur. Cumhuriyet, derin toplumsal gözeneklerine kadar yayılmış örgütlülük, bunun feodal yapıları tasfiyesi temelinde değil, eski kurumları kimi şekli değişimle restore etme tarzında gelişmiştir.

 

Bu nedenle iradeleşmiş halk gerçekliğinden yoksun kalmıştır. Bu durum bürokratik oligarşinin içte toplumu üsten dönüştürmeye, tepeden inmeci uygulamalara, asimilasyona, farklı olana karşı kıyım uygulamaya, tekçiliğe, baskı ve şiddete yol açmıştır.

 

Dışta ise Osmanlının pan islamist politikası yerini ırkçı-şoven pan Türkizme ve yayılmacılığa bırakmıştır. Bu politikaya dayalı sınıfsız-imtiyazsız bir Türklük dünyası yaratma temel amaç halini almıştır. Bu amaç gelişip şekillendiği oranda ittihat-terakki biçiminde örgütsel güce kavuşmuş ve bölgeyi kan, kıyım, katliam merkezine dönüştürmüştür. Cumhuriyetin kuruluşu ve kurumsallaşmasına damgasını vuran aynı zihniyet ve amaçlardır. Tüm uygulamalarda tekliğe dayalı ulusçuluk esastır. Bu durum farklı olan kimlik, kültür ve inançlara karşı asimilasyonu kaçınılmaz kılmıştır. Asimilasyonist uygulamalar ise Kürtlerin yanı sıra ülkede yaşayan diğer halklara ve inanç gruplarına karşı inkârı temel politika haline getirmiştir. İnkâr temel yaklaşım haline gelince, inkâr edilenlerin örgütlenmesi düşünülemez. Çünkü bu yönlü her çaba cumhuriyetin kazanımlarını koruma adına ağır cezalarla, ölüm ve sürgünle karşlaşmıştır. Bu tür taleplerden dolayı toplumun önemli bir kesimi düşman ilan edilmiştir. Ermeniler soykırıma, Rumlar kıyıma, Kürtler katliamlara tabi tutulmuştur.

 

Kürdistan’da modern tarzda örgütlenme çabaları bu koşullarda açığa çıkmıştır. Kürtlerin geleneksel yapıdan kopuşu ve modern tarzda örgütleme çabası cumhuriyet öncesine tekabül eder. 1908’de meşruiyet ortamından Kürtlerde sınırlı bir biçimde yararlanmıştır. Döneme uygun modern tarzda örgütleme çabasına girişmişlerdir. Bu kapsamda Kürt Teali Cemiyetinin yanısıra dernekler, Dergi ve gazeteler faaliyete geçmiştir. Batı Avrupa’da yükselen ulusal gelişme ve ulus devletçiliğin yansıması olan bu çabalara rağmen bu dönemde Kürtlerin toplumsal örgütlülüğüne damgasını vuran gelenekselliktir. Geleneksel yapı dinsel ve aşiret zeminine dayanmaktadır. Kendi içinde kimi farklılıklar taşısa da Kürt otonomisi de bu zemin üzerinde yükselmektedir.

Osmanlıdan cumhuriyete geçişe kadar bu geleneksel yapı üzerinde yükselen Kürt otonomisi varlığını sürdürmüştür.

 

Cumhuriyetin gelişimine ve kurumsallaşmasına paralel olarak bu yapı zorla dağıtılmıştır. Cumhuriyet güçlendiği oranda Kürtlerin öz dinamiklere dayalı geliştirdiği tüm örgütlenmeleri dağıtmıştır. Otonominin üzerinde yükseldiği dini yapılar ve aşiretler tenkil yoluyla dağıtılarak sürgüne yollanmıştır. Bu yolla güç olmaktan çıkarılmışlardır. Böylece geleneksel yapılar tasfiye edilirken, modern örgütlülüğün gelişimine de izin verilmemiştir. 1924’ten 1940–50’li yıllara kadarki süreç Kürtler açısından böyle bir anlama sahiptir. G.kurmay belgelerinde 29 Kürt isyanı olarak tanımlanan olaylar öz olarak devletin bu süreçteki yıkıcı uygulamalarına karşı halkın kendini koruma çabasıdır. Kürdistan’ın parça-parça işgal edilmesi ve bu kapsamda yaşanan kıyımlara karşı halkın itirazıdır. Bu direnişler bastırıldığı oranda Kürtlerin her türden öz örgütlülüğü dağıtılmış ve toplum tamamen örgütsüz hale getirilmiştir. Toplum bu hale getirildikten sonra ise zor ve şiddet yoluyla Kolonyalizme dayalı bir örgütlülük geliştirilmiştir.

 

Yüzyılın başında ortaya çıkan ulus-devletçilik bu gelişmeyi hem hızlandırmış, hemde derinleştirmiştir. Ulus devletçilik kendini örgütlediği oranda Kürtlerin ve dini, etnik azınlıkların her türlü örgütlenmesini dağıtmış, bu yönlü çabaları kanla, kıyımla bastırmıştır. Bununla yetinmemiş azınlıkların Mal varlıklarına el konulmuştur. Katliamlardan sağ kalanlar baskı ve sürgünlerle ülkeden göçertilmiştir. Ülkede kalanlar ise sürgün ve zorunlu iskâna tabi tutulmuştur. Kürtler bölücü, solcular-sosyalistler yıkıcı, aleviler Kızılbaş-dinsiz, Sünni Müslümanlar şeriatçı-irticacı biçiminde damgalanarak her türlü örgütlenme çabaları kan ve gözyaşıyla bastırılmıştır. Yok, olma ile yüz yüze kalan gayri Müslim cemaatlere ise rehine muamelesi yapılmıştır. Bu kesimlerin tümü tarihin tanık olduğu en alçakça provokasyonlara kıyımlara maruz kalmıştır. Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze kadar silahlı-sivil bürokrasinin oluşturduğu oligarşi ülkeyi böyle yönetmiştir. Cumhuriyet böyle kurumsallaştığı için her türlü toplumsal muhalefeti tehlike olarak görmüş ve yeni yasaklar- baskılar icat etmekte çözüm aranmıştır. Baskılar daha otoriter bir yönetimi, otoriter yönetim daha katı ve tek düğmeyle yönetilen merkezi baskı aygıtını koşullamıştır. 

 

Bu uygulamalar sonucu açığa çıkan parti devletidir.  CHP’nin tekeline dayanan bu durum sadece siyasi alandaki tek partililik olarak değerlendirilemez.  Bu aynı zamanda siyasetin, yanı sıra sosyal, kültürel, ekonomik vb. alanlarda da tekliği ve örgütlenme tekelini ifade eder. Bu süreçte Recep Peker’in Mussolini İtalya’sına gidip yerinde gözlemlerle edindiği deneyimler, olduğu gibi Türkiye’ye uyarlanmıştır. Tek partililik CHP de somutlaşmış, CHP çatısı altında örgütlenmiş silahlı-sivil bürokratlar dışında tüm toplum baskı altına alınmıştır. Muhalefetin yanı sıra, dini ve etnik farklılıklarında Örgütlenmesine izin verilmemiştir. Kimlik,-kültür vb. farklılıklar asimilasyona ve yok edilmeye tabi tutulmuştur. Bu uygulamaya karşı gelişen her türlü muhalefet devlet-millet düşmanlığı olarak yaftalanmış ve faşizan uygulamalara tabi tutulmuştur.

 

Bu nedenle bu yıllarda sadece Kürtler değil, toplumun hiçbir kesimi kendi öz kimlikleri ve talepleri ile bir araya gelip, örgütlenememiştir. Örgütlenme tekelini sürekli bürokratlar elinde tutmuştur. Bu durum 2. Dünya Savaşı sonrasına kadar devam etmiştir. Savaş sonrası dünya genelinde oluşan yeni dengeler ve şekillenen yeni ilişkiler farklı biçimlerde Türkiye’ye de yansımıştır. Bu gelişmeler paralelinde Türkiye’de çok partili sisteme geçilmiştir. Toplumsal gelişmedeki çarpıklık bu alana da yansımıştır. Devlet biçiminde örgütlenen ve bürokratik oligarşiyi temsil eden CHP’ye karşı, tüzük ve program olarak ciddi farklılıklar taşımayan ve büyük toprak sahipleri ile gelişmekte olan burjuvazinin temsilcisi olarak Demokrat Parti örgütlenmeye başlamıştır. Süreçte henüz işçi sınıfı ve emekçilerin ciddi bir örgütlülüğü söz konusu değildir. Türkiye’deki örgütlülüğe damgasını vuran Mussolini İtalyasının faşist modelidir. Bu dönemde Kürt toplumunda ise henüz modern sınıflar ve örgütlenmeler oluşmamıştır. Eski toplumsal örgütlenme zor yoluyla dağıtılmış, yenisinin oluşumuna ise izin verilmemiştir. Kemalist rejim ekonomik ilişkilerle göbekten kendine bağladığı Kürt feodalleri eliyle hâkimiyetini bölgeye de taşımıştır.

 

Dolayısıyla Kürt toplumunda temsiliyet iddiası daha çok feodal kesimler tarafından dile getirilmektedir. Çok partili sisteme geçişle birlikte bu durum ibrenin DP den yana dönmesi biçiminde bir seyir izlemiştir. Bu dönemden itibaren Kürt egemen sınıfları hızla gelişmekte olan Demokrat partinin bünyesinde örgütlenmişlerdir. Tek parti dönemindeki CHP uygulamalarından dolayı toplumun geneli gibi Kürtlerde çoğunlukla DP ye yönelmişlerdir. Özellikle DP nin örgütlenme sürecinde tek parti uygulamalarını teşhire yönelmesi ona olan ilgiyi artırmış ve gelişmeleri hızlandırmıştır. Genel toplumda olduğu gibi Kürtler de Demokrat Partide örgütlenmeye ve siyaset yapmaya başlamışlardır. 

 

Bu nedenle DP kuruluşu Kürtler açısından yeni bir döneme kapı aralamadır. Fakat burada Kürtlerin kendi kimlikleriyle siyaset yapma ve örgütlenebilme durumu söz konusu değildir. Kürtler kendini inkâr ettiği, kimliğini, kültürünü yok saydığı oranda DP’de siyaset yapma şansı elde edebilmişlerdir. Bu durum daha sonra tüm partilerin ortak yönünü teşkil etmiştir. Cumhuriyet yurttaşı olarak Kürt değilsen her şey olabilirsin, ama Kürt’sen Cumhuriyette yurttaş bile olamazsın yaklaşımı kural halini almıştır. Bu kural, var olan veya daha sonra kurulacak tüm partilerin ortak özelliği olmuştur. Aynı dönemde CHP de ise apayrı bir durum söz konusudur. CHP teşkilatları vali, kaymakam vb bürokratların denetimindedir. Kimliğini inkar eden Kürtler DP de örgütlenince statüko partisi CHP bu durumu DP nin bölücülüğe taviz vermesi olarak değerlendirmiştir. Bunun sonucu DP Kürtlere yönelik tutuklama operasyonlarına girişmiştir. Seçimlerde kendisine büyük destek veren Kürt toplumunun ileri gelenlerinden 50 kişiyi tutuklamıştır.

 

Rejime yakın olanların bile tutuklandığı bu zeminde bir halkın öz değerlerine dayalı olarak örgütlenmesi ve kendini ifade etmesi düşünülemez. Bu dönemde gündemleşen 49’lar Davası ” kahredici” devletin Kürtlere bir kez daha sopasını göstermesidir. Olası kimlik, kültür, özgürlük vb. taleplerin gündeme gelmeden yok etme girişimidir. Bu girişim bir süre daha Kürtleri susturur. Örgütlenme çabalarını engeller. Bu nedenle 1960’lara kadarki süreç Kürtlerin sesi-sedasının çıkmadığı dönemdir. 1960 sonrası ise bu sefer bir grup Kürt aydını Türkiye İşçi Partisi içerisinde örgütlenirler. Bu aynı zamanda Kürtlerin geleneksel örgütlülükten kesin ve köklü kopuşunun da başlangıcıdır. Bu tarihten itibaren Kürdistan sorunu sol ve sosyalistlerce gündemleştirilir.

  

Fikir Kulüpleri ve TİP içerisinde örgütlenen Marksistler her platformda genel ülke sorunlarının yanı sıra Kürt sorununu da gündemleştirirler.  1967–69 yılları arasında TİP öncülüğünde Doğu mitinglerini düzenlerler. İnkâra dayalı resmi ideolojinin topluma nefes aldırmadığı bu dönemde “Kürt vardır, Kürdistan tarihsel bir gerçekliktir” demek tabudur. Bu nedenle fikir kulüpleri ve TİP içerisinde örgütlenenlerin yaptıkları Don Kişot’luktur. Bu çıkış resmi ideoloji ve inkâra dayalı statükoya karşı güçlü bir itirazdır. Bu karşı çıkış ve itirazı resmi ideolojiye her yönü ile karşıtlık arz eden DDKO nün çıkışı izler. Karşılarında tepeden tırnağa silahlı ve yok etmeye endekslenmiş bir yıkım makinesi olsa da DDKO, Cumhuriyet tarihinde Kürtlerin kendi kimlikleri ile ayrı örgütleme deneyimi olarak tarihi bir rol oynamıştır. Bunu farklı ad, içerik ve farklı kişiler tarafından kurulan, ama aynı amaca hizmet eden dernekler, basın-yayın oluşumları izlemiştir. Böylelikle Kürtler kendi kimlikleri ve kültürleriyle örgütlenme, kendilerini ifade etme ve sorunlarını böyle çözme arayışlarına girmişlerdir.

 

Sisteme karşı yükselen bu itirazlara rağmen Kürtlerin bu dönemdeki talepleri tamamen kültüreldir. Cılızda olsa ayrı örgütlenme çabası gelişmekle birlikte,  Ulusların kendi kaderini tayin hakkı ve devrime dayalı sistem değişikliğini öngören düzeyde değildir. Kültürel dernekler, muhalif dergiler temel örgütlenme biçimidir. Dolayısıyla bunların sistem değiştirme amaçları olsa bile böyle bir güçleri yoktur-olamaz. 1960–70 tarihlerinde Dergi, dernek etrafında bir araya gelen Kürtler örgütlenmeye başlarlar. Gelişen örgütlülük dergi etrafında ya da dernek biçiminde olduğunda oldukça elit düzeydedir. Toplumsallaşması zayıftır. Gençlik ve aydınlarla sınırlıdır. Buna rağmen toplumda özgürlük talebi ve insanca yaşam arayışı başlaması açısında oldukça önemlidir. Bu örgütlenme toplumun geneline göre sınırlı bir kesimde etkili olsada zaman içinde hızlanan bir tarzda yayılarak kendine özgü modern örgütlülüğün alt yapısını hazırlamıştır.  

 

Bu dönemde Kürt toplumunda yaşanan gelişmelerin yanısıra Türkiye genelinde de devrimci sosyalist arayışlar yükseliş halindedir. Türkiye sol, sosyalist yapılar aracılığı ile özgürlük, adalet ve eşitlik arayışlarının hızla gelişip yayıldığı bir ülkedir. Yükselen sol-sosyalist yapılar toplumda güçlü bir karşılık bulmuşlardır. Bu gelişme sonucu statüko sahipleri yeni baskı araçlarını devreye koymuşlardır. Anti demokratik uygulamaların yanısıra kontrgerilla da aktifleştirilmiştir. 12 Mart 1971 Muhtırasıyla başlayarak, 12 Eylül darbesi vb uygulamalarla faşizm kurumsallaştırılmıştır. Daha sonra ise günümüze kadar süregelen kirli savaş devreye sokulmuştur. Deniz’lerin idamı, binlerce gencin katledilmesi, Özel Harp Dairesinin 1 Mayıs 1977, Çorum, Maraş, Sivas, katliamları vb. binlerce kıyım sergilenmiştir. Faili meçhuller, köy yakmalar ve işkence rutinleşmiştir.

 

1970’li yıllarla başlayan yoğun baskı, köylere yönelik komando operasyonları bir yanda Kürt toplumunda derinleşen bir öfkeye neden olurken, diğer yandan dergi ya da dernek etrafında şekillenen tüm legal örgütlenmeleri hızla yok etmiştir. TİP Kürt Sorunundan bahsettiği için kapatılmıştır. Kültürel amaçlı dernekler, dergilerin bile varlığına son verilmiştir. Yasaklar baskılara davet çıkarmış, baskılar ise hızla yeni bir isyanın altyapısını hazırlamıştır. Bunun sonucu 1970’ lerin ortalarından itibaren Kürdistan da peş peşe illegal örgütlenmeler gelişmiştir. İllegal olarak hızla gelişen bu radikal sol örgütlenmeler döneme damgasını vurmuşlardır. Bu dönem aynı zamanda kapitalist sistemin yapısal krizlerinden en derinini yaşadığı süreçtir. Kapitalizmin yaşadığı sistemsel krizler bir taraftan faşizan devlet yapılanmaları ile aşmaya çalışırken, diğer yandan liberal demokrasi akımları ve restorasyon hareketleriyle atlatılmaya çalışılmıştır.

 

Kapitalist sistemin alternatifi temelinde gelişen Muhalefet cephesinde ise ağırlıklı olarak Sovyetler, Çin, Vietnam ve benzerinden ilham alan sosyalist akımlar ve ulusal kurtuluşçu hareketler bulunmaktadır. Anarşist, feminist ve ekolojist hareketler henüz nüve halindedir. Bu tür oluşumlar daha çok Avrupa da sınırlı örgütsel güce kavuşmuşlardır. Yüzyılın başında yaygınlaşan Emperyalist yayılımcılığa ve sömürgeciliğe karşı her alanda ulusal kurtuluş ve sosyal hareketler boy vermiştir. Bu hareketler birçok ülkelerde zafer elde ederek ulusal bağımsızlık, özgürlük ve eşitlik gibi kavramları bayraklaştırarak daha güçlü direnişler ve patlamalara yol açmıştır. Dünya genelinde direniş ve mücadele ile sınanarak örgütsel güce kavuşan bu teorik, ideolojik formülasyonlar, örgütsel modeller Türkiye ve Kürdistan’da da karşılık bularak sol-sosyalist hareketlerin radikalizmi biçiminde gelişmiştir. Türkiye’de Mustafa Suphilerin başlaştığı gelenek Tip, DEV-GENÇ, THKO, THKP-C biçimindeki örgütlerle yeniden gelişmeye başlamıştır. Mahir çayan, Deniz gezmiş, İbrahim kaypakkaya gibi tarihe damga vuran öncü devrimciler tarih sahnesine çıkmışlardır. Geliştirdikleri teorik, ideolojik formülasyon ve bunun örgütsel modellerli ile tarihin akışını değiştirme eylemine girişmişlerdir. Böylelikle bir dönemi kapatıp yeni bir çağa kapı aralamışlardır. Bu dönem güncel kadar geleceği de çok derin etkilemiştir Günümüze kadar Türkiye ve Kürdistan da şekillenen tüm siyasal hareketlere damga vurmuştur. 1970ler Kürdistan ı bu oluşum ve gelişimde fazlasıyla etkilenmiştir. Ortaya çıkan siyasal ve örgütsel modeller önemli oranda bu atmosferin izlerini taşımışlardır.

 

Kürdistan’daki siyasal oluşumlar bu teorik-ideolojik formülasyona dayanarak örgütlenmeye girişmişlerdir. 1960’lı yılar Kürtlerin geleneksel yapılardan koparak Tip içerisinde yâda dergi-dernek etrafında cılızda olsa modern örgütlülükle tanıştığı süreçlerdir. 1970’ler ise Türkiye devrimci, sosyalist hareketi içinde yer alan Kürdistanlı devrimcilerin ayrı örgütlenme tartışmalarını başlatığı yıllardır. Yürütülen tartışmalar sonucu Türkiye sol hareketinde kopan grup ete kemiğe bürünerek hızla ayrı örgütlenmesini yaratmıştır.

 

Bu süreçte gelişen tüm örgütler gibi Kürdistan’da gelişenlerde oldukça radikal program, söylem, talepler ve eylemlere sahiptirler. Ulusların kaderini tayin hakkı kapsamında bağımsız Kürdistan savunusu ve bunun devrim, ulusal kurtuluşçulukla sağlanması gelişen tüm yapıların ortak özelliğidir. Mili demokratik devrimden aşamalı olarak sosyalizme geçiş bu süreçte ortaya çıkan oluşumların diğer bir ortak yanıdır. Bu keskin radikalizmin gelişiminde otoriter devlet anlayışının en küçük demokratik harekete izin vermeyen baskıcı, inkârcı anlayışı ve asimilasyoncu karakteri önemli rol oynamıştır. Devletin baskıcı ve oligarşik karakteri gelişen örgütlerin UKKTH, devrim, devlet, zorun Kulalımı vb yönlerini oldukça derinden etkilemiş, keskin bir radikalizme yol açmıştır. Bu süreçte birbirinden farklı olarak birçok örgütlülük açığa çıksa da gelişmelere damgasını vuran iki ana akımdır. İki ana akımdaki farklılık amaç, hedef, örgütlenme biçimi vb alanlarda olduğu kadar toplumsal dayanakları da kapsar. Geleneksel yapı olan aşiret-tarikat vb. formlara dayanan örgütlülükler ile bunlardan kesin, köklü kopuşu sağlayan sol-sosyalist örgütler-hareketler biçiminde somutlaşır. 

 

Birinci kategoridekileri KDP ve Barzanicilikten etkilenen geleneksel kesimler oluşturur. Kürdistan’daki aşiret ve tarikatlar bu gelişmede belirleyicidirler. Bu oluşumların ete-kemiğe bürünmesinde ağa ve şeyhler esas rolü oynarlar.

 

 Örgütlenmeleri daha çok Kürt kimliğini, kültürünü korumayı-geliştirmeyi öngören ve ulusların kaderini tayin hakkını kullanmaktan uzak düzeydedir. Radikalizmden ve keskin bir mücadeleden yoksundurlar. Daha çok yüzleri güney Kürdistan’a dönüktür. Aynı zamanda bu yapılar toplumdaki geleneksel ilişkilere dayanır ve bu zeminde yükselirler. Gelişme halindeki Kürt toplumunun geneliyle, o dönemde % 70’i oluşturan köylülük ve emekçilerle ciddi bağları bulunmamaktadır. Dar bir tabaka ile sınırlıdırlar. Toplumu geleneksel bağlardan kurtararak ortak amaç, hedef doğrultusunda bir araya getirmeleri oldukça zayıftır. En tepede KDP’lik biçiminde somutlaşsa da toplumsal dayanakları ve ilişkileri büyük oranda aşiret ve tarikat gibi geleneksel yapılara dayanmaktadır. İdeolojik-felsefik karakterleri, örgütlenme modelleri ve dayandıkları toplumsal yapı ne olursa olsun bu örgütlenmelerin gelişimi ciddi anlamda inkârın aşılmasını ve asimilasyonun başarısızlığa uğramasını sağlamıştır. Toplumsal uyanış ve gelişimde beli bir rol oynamışlardır.

 

Kürdistan da ikinci ana akım ise dünya ve Türkiye sol-sosyalist hareketlerinden yoğun etkilenen, sosyalist ideolojiye dayalı bir ulusal kurtuluşçuluk öngören öğrenci gençlik, işçi sınıfı ve köylülüğün oluşturduğu yapıdır. Bu oluşumun öncüleri büyük oranda üniversitelerde okuyan ve Türkiye sol grupları içinde yer alan, birlikte hareket eden Kürdistanlı öğrencileridir. Başlangıçta uzun süre Türkiye sosyalist hareketleri içersinde mücadele yürütmüşlerdir. Daha sonra ulusal mesele ve ulusların kaderini tayin hakkı çerçevesinde yürütülen tartışmalarla yaşanan ayrışma sonucu ayrı örgütlenmeye yönelmişlerdir. Sömürge sorunu ve UKKTH çerçevesinde yürütülen tartışmalarla yaşanan ayrışma giderek ayrı programa, bu program ise ayrı örgütsel modellere dönüşmüştür. PKK hareketi bu diyalektiksel gelişim sonucu açığa çıkmıştır.  Bu yönüyle PKK nin oluşumu ne salt ulusal kurtuluşçu olarak değerlendirilebilinir, nede bundan soyut bir sosyalizme dayanır. İki olgunun iç-içe geçmişliği PKK nin hem gelişimini, hemde programsal şekillenmesini oluşturur.

 

Birçok kesimin kendince bir PKK tanımı vardır. Farklı ülkelerdeki Araştırmacı, akademisyen ve bilim insanları tarafından da PKK tanımlanmaya çalışılmıştır.  Hakkımızda hazırlanan iddianamede cumhuriyet savcısıda bir PKK tarifi yapmıştır. Kurucusu sn. Öcalan ise ‘Sümer rahip devletinden, halk cumhuriyetine doğru’ isimli eserinde PKK’yi şöyle tanımlamaktadır. “PKK, 20. yüz yıla damgasını vuran çağın temel özellikleriyle, Kürdistan’daki somut durumun bilimsel sosyalizme dayalı çözümlenmesinin pratik-politik akımı olarak değerlendirilebilir. PKK programı, örgütlenmesi, strateji ve taktikleri reel sosyalizmle ulusal kurtuluşçu akımların derin etkisi altında oluşturuldu. Denilebilir ki, PKK bu anlamda yarı modern bir sosyalist yapılanma ile yarı klasik bir Ortadoğu kimlik sentezi olarak vücut bulur. Bir nevi doğu-Batı sentezinin sentezidir. Gücünü de, güçsüzlüğünü de bu sentezden almaktadır.”

 

Genel algı Kürtlerin örgütlendiği bir yapı şeklinde olsa da esasında PKK bir Türkiye örgütüdür. İdeolojik, felsefik olarak öğrenci gençlik içinde Ankara nin yoksul yerleşim alanlarında doğmuştur. Keskin ve Yoğun bir ideolojik-teorik mücadeleyle burada vücut bulmuştur. Sömürge tezi, Ayrı örgütlenme, milli demokratik devrim ve devrimci zorun nasıl kullanılacağına dair programsal formülasyon burada şekillenmiştir. Tüm gelişmenin zemini Ankara’dır.  Bu nedenle bilinenin aksine, PKK hareketinin ideolojik-teorik şekillenme zemini öncelikle Ankara’ dır. Bu şekillenme daha sonra başta Diyarbakır olmak üzere Kürdistan’da ete kemiğe bürünerek örgütsel bir güç haline gelmiştir.  Gelişimin temel özelliği ideolojik şekillenme, örgütsel yapıya dönüşme sürecinde olduğu kadar sonraki dönemde de kesintisiz ve keskin bir mücadele içinde olmasıdır. Başta zindanlar olmak üzere 12 Eylül faşizmine karşı her alanda geliştirdiği direnişle PKK dar bir kadro hareketi olmaktan çıkarak toplumsallaşmıştır. Ortadoğu’da geliştirilen Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi ve Diyarbakır zindanda M.doğan, K.pir, H.durmuş, F.Kurtay gibi PKK nin kurucu kadroları öncülüğünde gelişen direnişler PKK ve Kürt tarihinde bir dönüm noktasıdır. Direniş süreci PKK’nin toplumda kök salmasına, faşizme teslim olan küçük burjuva veya geleneksel yapıların ise hızla çözülmesine neden olmuştur.

 

Bu anlamda 1980 lerin Diyarbakır cezaevi sadece sömürüye, baskıya, yok sayılmaya isyan edenlerin konulduğu bir mekân değildir. Her hangi bir hapishaneden öte bir yerdir. Bir laboratuar ve deney merkezidir. Faşizmin, tek-tek devrimciler şahsında bir halkı özgürlük-eşitlik talebine ve insanca yaşam istediğine bin pişman etme zeminidir. Burada M.doğan ve K.pir öcülüğünde gelişen direniş devrimcilerin onurunu koruma çabası olduğu kadar aynı zamanda tarihe yön verme istemidir. Devrimciler buradaki direnişleri ile tarihi yeniden yazmışlardır. O güne kadar yok sayılmış bir halkı tarih sahnesine taşımışlardır. Bu nedenle Diyarbakır zindanında uygulanan işkencenin dozu artıkça işkenceciler küçülmüş, bu zulme maruz kalan devrimciler ise yücelmişlerdir. Direnenlerin öfke dolu haykırışları zindan duvarlarını aşarak, köyleri, şehirleri dolaşarak dağlara ulaşmış ve burada yıllarca sürecek bir isyana dönüşmüştür.

 

Böylesi bir gelişim diyalektiğine sahip olan PKK’nin ilk programatik tespitleri ise şöyledir. Egemenler tarafından inkâr edilse de Kürdistan tarihsel bir gerçekliktir. Kürt halkı bölgenin en kadim halkıdır. Binlerce yıllık geçmişiyle Mezopotamya’ya kök salmıştır. Bu gerçekliği hiçbir politik argüman yok edemez. Emperyalist çıkarlar doğrultusunda bu ülke ve halk parçalanmış, dört ayrı ülke arasında paylaşılarak sömürgeleştirilmiştir. Bölgesel ve ulusalarası çıkarlar sonucu Kürdistan sömürge bir ülke haline getirilmiştir. Sömürge statüsü ancak UKTH ilkesinin kayıtsız şartsız bir biçimde uygulanması ile değiştirilebilinir. Bu nedenle Kürtler açısından ayrı örgütlenme ve milli demokratik devrim yoluyla ulusal bağımsızlık bir zorunluluktur. Bu gelişim yoluyla Bağımsız Birleşik Kürdistan kurulacaktır. Burada öngörülen ulusların kaderini tayin hakkı, her koşulda kesin ayrılmayı değil, özgür iradeyi açığa çıkarma ve özgür birlikteliği yaratmayı amaçlamaktadır. Bu amacı gerçekleştirmek için Marksist-Leninist esaslara göre kurulan PKK, geniş halk yığınların siyasal örgütlenmesinde cephe tarzında somutlaştırıp geliştirmiştir. Bu gelişmeye paralel olarak da gerilla grupları oluşturulmuştur.

 

PKK lideri A.Öcalan ve arkadaşları dünya deneylerini inceleyerek formüle etikleri ve kitap olarak da yayınlanan ‘Kürdistan’da zorun rolü’ isimli eserle halk savaşı programı şekillendirilmiştir. Stratejik savunma, denge ve saldırı aşamalarına dayanan bu program çerçevesinde silahlı direniş başlatılmıştır. 12 Eylülün katmerleşen faşizmine karşı yapılan eylemlerle isyan ilan edilmiştir. Siyasetin başka araçlarla sürdürülmesi olan savaşın başlatılması böyle gelişmiştir. Bu ideolojik formülasyon, programsal şekillenme, örgütsel model ve eylem tarzı ile PKK nin gelişimi hızlandıkça aynı zamanda Kürt sorununda ve çözüm arayışlarında köklü bir biçiminde geleneksellikten kopuş sağlanmıştır. Bu kopuş gelişmelerin nicel birikimden, nitel dönüşüme evirilmesine yol açmıştır. Toplumun geleneksel kesimleri dışında, toplumsal gelişmede o güne kadar hiç hesaba katılmayan emekçiler sürece dahil olmuşlardır. Bu süreçten itibaren toplumda özgürlükçü ve bağımsızlıkçı düşünceler hızla yayılmıştır. Güçlü bir ulusal uyanış ve kimliğine sahip çıkma gelişmiştir. Bunun sonucu devlet, özel harp dairesini, işbirlikçi aşiretleri vb devreye koymuştur. Yoğun tutuklamaların yanısıra fırsat buldukça devrimcileri katletmeye başlamıştır. Baskı, tutuklama ve öldürmeleri rutinleştirmiştir.

 

PKK nin gelişimini koşullayan salt ulusal kurtuluşçuluk olmadığı için gelişimi hızlandıkça başka bir dünya, yaşam ve toplum kurma arayışları da hızlanmıştır. Gerek ulusal kurtuluşçuluk, gerekse sosyalizm arayışları PKK proğramı kadar, pratiğinde de somutlaşmıştır. Ön görülen milli demokratik devrimin kesintisiz bir tarzda sosyalist devrime evirilmesidir.

 

Bu ideolojik-örgütsel gelişmeyle vücut bulan PKK kısa sürede etkisini her alanda göstermiştir. Önce ideolojik grup olarak tüm yapıları ciddi olarak etkilemiştir. Zamanla örgütsel bir yapıya kavuşarak etki alanlarını genişletmiştir. Gelişimin esas dönüm noktası ise 12 Eylül faşizmine karşı her alanda geliştirdiği direniştir. Bu direniş 15 ağustosa davetiye olmuş, bu durum ise 1990 larda dalga-dalga yayılan serihıldanları açığa çıkarmıştır.

 

 

Değişim ve yeni paradigma

 

1990’larda insanlık bir yanda Kürdistan’daki mücadelenin yaygınlaşıp-keskinleşmesine tanıklık ederken, diğer yanda dünya genelinde hızlı ve keskin bir dönüşüme tanıklık etti. Bu dönemde Reel sosyalist kamp ve Sovyetlerdeki çürüme çözülmeye dönüştü. Sovyet merkezli başlayan çözülme hızla balkanlara doğru yayıldı. Sonuçta küresel çapta bir sistemsel değişim açığa çıktı. Bu gelişme küresel çapta klasik ulusal kurtuluşçu ve reel sosyalist oluşumları derinde etkiledi. Sistemsel çöküşü, grup, parti ve hareketlerdeki çöküş-çözülme veya zıddına dönüşme izledi. Birçok ülkede neo liberal uygulamalar ve kapitalizm adeta yeniden keşf edildi. Halklar büyük bir ideolojik bombardımana tabi tutularak kapitalizmin tanrısallığı ilan edildi. Direnmek, mücadele etmek ve hayır demek imkânsızdır denildi. Yeryüzü kapitalizmin küresel cennetine dönüştürülürken muhalifliğe dair her söylem ve davranış büyük günah ilan edildi. Bir yandan küresel terörle mücadele adı altında halkların her türden adalet ve özgürlük arayışı kanla, katliamla, kıyımla bastırılmaya çalışılırken, diğer yanda sömürü ve sefalet adeta kadere dönüştürüldü.

 

Tüm bu gelişmelerin Türkiye ve Kürdistan’a yansımaması düşünülemez. Tüm alanlarda olduğu gibi buralarda da zamanla yıkımın derin etkileri açığa çıktı. Özellikle ‘hayata dönüş’ operasyonu ve sonrasında yaşananlarla Türkiye’nin gerçek sol-sosyalist hareketleri örgütsel güç olarak önemli oranda darbelendi. Marjinalleştirilerek toplumsal değişim yaratan ve gündem belirleyen konumda çıkarıldı. Yüz yıllık devrimci sol geleneği temsil eden yapılar darbelendikçe ortam sahte oluşumlara kaldı. Solla-sosyalizmle hiçbir alakası olmayan şoven oluşumlar, sol adına toplumda boy göstermeye başladılar. Bu oluşumlar yayıldıkça toplumu önemli oranda şövenizimle zehirlediler. Milliyetçiliğin bayraktarlığını üstlenerek birçok kötülüğe bulaştılar. İdeallerine, amaçlarına ve sosyalizmin özüne sadık kalanlar olsada, bunlar genelin içinde çok küçük bir kesimi teşkil etmekten öteye geçemedi. Tüm bunların Kürdistan yansıması ise Kürt halkının gerçek dostlarında mahrum kalması ve yalnızlığa mahkûm olması biçiminde oldu.

 

Yaşanan altüst oluşu doğru değerlendirmeyenler derin bir savrulmayı ve yok oluşu yaşarken, değişime yön vermeyi başaranlar ise süreçte güçlenerek çıktılar. İnanç ve düşünce sistemlerini güçlü kılan, yâda güçsüz hale getiren onların zamanla statikleşmeleri, birer dogmaya dönüşmeleri veya her daim kendini yenileme iradesi göstermeleridir. Statikleşen her düşünce ve inanç zaman içinde yön verdiği sistemleride donuklaştırır ve yıkımla karşı karşıya bırakır. Diyalektiksel gelişimi dışsal müdahalelerle sekteye uğratarak statikleşen ve değişimi başaramayan Sovyet sisteminin çözülmesi bu konuda çarpıcı bir örnektir. Gelişen toplumsal ihtiyaçlara cevap olma yerine durağanlaşma ve mevcut olanı koruma çabası Sovyetlerde kaçınılmaz olarak yıkımla sonuçlanmıştır. Değişim, zihniyet ile vicdan alanındaki diyalektiksel döngünün kuramsal formülasyonlara ve buradan da kurumsal yapılara yansıtılarak toplumsal örgünün çağa uyarlanmasıdır. 1990’lı yıllarda dünya ölçeğinde başlayan değişime cevap olduğu oranda Kürdistan’daki siyasal yapılar yeniden kendini var edebilmişledir. Değişim dinamiği burada öncelikle zihniyet alanında karşılık bulmuş, daha sonra kuramsal formülasyonlara,  buradan da kurumsal yapılara ve örgütsel modellere yansımıştır.

 

Kürt halkı 1990’li yıllardan itibaren daha güzele ulaşma arayışlarıyla değişim serüvenini önemli oranda yakalamıştır. İnsanlığın genel gidişatını doğru tahlil etme, Konjoktürel olan ile kalıcı olanı iyi ayırt edebilme,  gittikçe amaç-hedef ve mücadele yöntemiyle de kendini yenilemeyi yaratmıştır. Sonraki süreçte örgütlenme modelini de buna göre yeniden düzenlemiştir.

 

PKK deki devletçi paradigmadan, özgürlükçü toplum paradigmasına doğru dönüşüm bu sürecin sonucudur. Değişimin demokratik gücü açığa çıktıkça özgürlük talebi etrafında kümelenen bütün toplumsal kesimleri yoğun bir biçimde etkilemiştir. Her yer ve zamanda olduğu gibi Kürtlerde de değişimin gelişmesi ve kökleşmesi kolay olmamıştır. Bugün yakalanan düzey büyük altüst oluşlar, çelişki-çatışmalar, derin bir zihinsel yoğunlaşma, felsefi derinleşme ve pratik çabanın eseridir.  

2000 ‘i yılarda Kürdistan’da yaşanan savrulmalar ve sancılar dikkate alındığında sürecin zorluğu da anlaşılır. Bu dönem boyunca yaşananlar oldukça derin ve kapsamlıdır. Kurtuluşunu devlet örgütlenmesinde gören ve özgürlük için devlet şarttır istemi ile hareket eden yaklaşımlar bu sancılı değişim süreci ile aşılmıştır. Bu süreçte Devlet odaklı arayışlardan, toplum ve demokrasiyi merkez alan Demokratik Ekolojik ve Cinsiyet Özgürlükçü Paradigmaya dönüşüm yaşanmıştır. Bu nedenle dönüşüm derin, kapsamlı ve stratejiktir. Zihniyet ve vicdan düzeyinde başlayarak tüm alanları kapsamıştır. Bu başarıldığı oranda ise değişim kuramsal, kurumsal ve örgütsel modellere yansımıştır. Dönüşüm süreci tüm alanları derinlikli etkilemekle birlikte esas olarak üç alanda somutlaşmıştır. Buna göre;

 

1) Kuramsal alanda yaşanan değişim:

 

Sistemler, onları tanımlayan kavramlardan ve bu kavramların tanımladığı politik, ahlaki ilişkiler ile kurumlaşmalardan meydana gelirler. Kavramlar sistemlerin genleridir. Genin hücreye, hücrenin organsal sisteme dönüşümü nasılsa, kavramın kurama, kuramın da kuruma dönüşümü öyledir. Sistemler bunların toplamı üzerinde yükselirler. Aynı diyalektik, Kürtlerin yarattığı kurumsal yapılar için de geçerlidir. PKK nin kuruluşuna damgasını vuran ulusal kurtuluşçuluk ve sosyalizm sentezidir. Sömürge tezi, ayrı örgütlenme arayışı ve ulusların kaderini tayin hakının kullanılması çabası ulusal kurtuluşçuluk biçiminde somutlaşır. Bu durum yeni bir yaşam, ülke ve dünya kurma arayışı ile birleştiği oranda sosyalist ideoloji ile buluşur. Bu iki olgunun birleşmesi, iç-içe geçmesi ile de PKK’nin kuramsal rotası şekillenir. Ulusların kaderini tayin hakının bağımsız devlet kurma olarak kullanılması, milli demokratik devrim yoluyla bağımsız bir devletin kurulması ve buradan da kesintisiz devrim stratejisi ile sosyalizme geçiş, bu çıkışın ve şekillenmenin ana çerçevesidir.

 

Değişim süreciyle birlikte bu parametreler tartışılmaya açılarak yeniden tanımlanmıştır. Ulusal kurtuluşçuluk, kaderin tayin hakının kullanılması ve ulusal bağımsızlık kavramları yeniden tanımlanmış ve farklı bir içeriğe kavuşturulmuştur. Kaderin tayin hakkı bağımsız devlet değil, toplumun iradeleşmesini ve özgürleşmesi, milli demokratik devrim ise demokratik devrim biçiminde ele alınıp, böyle tanımlanmıştır. Bunun sonucunda ayrı örgütlenme önemli oranda anlamsızlaşmıştır. Bu gelişimin toplamı ulusal kurtuluşçuluğa dayalı şekillenme yerini toplumsal özgürlüğe dair arayışlara bırakmıştır. Bu durum ulusal bağımsızlık, kaderini tayin hakı, devlet, devrim, zorun kulanımı vb kavramlarında yeniden tanımlanmasını geliştirmiştir. Devrim ve proleterya diktatörlüğüne dayalı sosyalizm öngörüsü, yerini toplumsal dönüşüm yoluyla sosyalizmin inşasına bırakmıştır. Bu durum sosyalizmi de yeniden tanımlamayı zorunlu kılmıştır. Değişim süreci ile birlikte sosyalizm şu parametrelere göre tanımlanmıştır.

 

 

Değişim ve sosyalizm

 

Dünya genelinde değişik renk ve tonlarda birçok farklı sosyalist akımdan bahsetmek mümkündür. Bu nedenle tek bir sosyalizm tanımı yapabilmek oldukça zordur. Kaldı ki söz konusu toplumsal modeller olduğunda önemli olan içeriktir. Bu yüzden insanın doğal yaşam ısrarı olan sosyalizm gizemini yitirmiş kelimeler ve ruhsuz kavramlarla tanımlanamaz. Kuşkusuz burada sosyalizmin tarihsel gelişimini ve dayandığı kaynakları irdelemek konumuz dışındadır. Bu nedenle PKK’nin çıkış sürecinde esas aldığı ve Kürdistan’a uyarlamaya çalıştığı sosyalist ölçüler ile değişim sürecinde bunların evrilme düzeyini anlatmak daha anlamlıdır. Sosyalizme dair tek ve statik bir tanım yapabilmek zordur. Çünkü söz konusu olan oldukça dinamik bir alandır. Bu nedenle sosyalizm kavramı oldukça geniş bir alanda birbirinden oldukça farklılaşmış değerler sistemi ve uygulamaları tanımlar. Buna rağmen sosyalizm kavramıyla tanımlanan değerler sistemini ve uygulamaları üç ana başlıkta toparlamak mümkündür. Bunlardan birincisi ütopik sosyalizmdir.

 

Ütopik sosyalizm: daha çok Marksizm öncesi kimi düşünce akımları ve bunların pratikleşme çabalarını kapsar. Öz itibarıyla insanların mutlu ve kardeşçe yaşadığı bir yaşam yaratmayı amaçlar. Fakat ulaşılmak istenen amaca giden yol ve kullanılacak araçlar doğru seçilmediği için bu akımlar ütopikleşirler.

 

İkincisi: proleterya diktatörlüğüne dayanan sosyalizmdir. Kimi kuramcılar bunu bilimsel sosyalizm olarak da tanımlarlar. Bu kuramın esas alındığı yerde işçi sınıfı öncülüğünde yürütülen mücadele ile devrim öngörülür. Devrimle sistem değişimi amaçlanır. Devlet, iktidar, toplumsal ilişkiler, mülkiyet biçimi, aile kurumu vb’leri devrimsel gelişme yoluyla yeniden düzenlenir. Bu sistem çoğunluğun iktidarı olarak tanımlanan proleterya diktatörlüğünün egemenliğine dayanır.

Üçüncü kategori ise demokratik sosyalizmdir. Demokratik sosyalizm yaygın toplumsal örgütlenmeye, zihniyet-vicdan değişimine ve toplumun kendi kendisini yönetecek konuma gelmesine dayanır. İktidarın dönüşümünde ihtilal değil, bilinçlenme, zihniyet ve vicdan alanında değişim esas alınır. Burada mücadelenin özünü devlet olarak örgütlenmiş zor aygıtını ele geçirme değil, toplumu sosyalist düşünceler etrafında örgütleme ve toplumsal dönüşüm oluşturur. Burjuva sisteminin sürece yayılmış dönüşüme tabi tutulması temel yaklaşımdır. Bu nedenle Burjuva parlamentarizmi, çok partilik, seçim sistemi vb ret edilmez. Devlet, iktidar, aile örgütlenmelerinde de toplumsal bilinçlenme ve sosyalist düşüncenin gelişimine paralel olarak değişim öngörülür. Bu amaç doğrultusunda kamu gücü emekçilerin yararına göre harekete geçirilir. Eğitim, sağlık, konut, ulaşım gibi hizmetler vatandaşlık hakları haline getirilir. Bu yolla toplumsal ayrışma ve uçurumun zamanla ortadan kaldırılması hedeflenir.  Tanımlanan üç kategoride sosyalizm olarak isimlendirilse de içerik ve uygulamalarıyla birbirinden tamamen farklılaşırlar.

 

Bu nedenle sosyalist düşünce ve akımların genel kabul gören bir tanımını yapabilmek oldukça zordur. Çünkü devlet olgusu, toplumsal sorunların çözümünde veya sosyal dönüşümde zor ve şiddetin kullanım düzeyi, mülkiyet ve aile biçimi, toplumsal gelişmede uygulanan metot ve benzeri konularda sosyalist akımlar çoğunlukla birbirinden ayrışmakta, farklılaşmaktadırlar. Bu özgünlüklere rağmen sosyalizm konusunda şu ortak tanımı yapmak mümkündür.

 

Sosyalizm, eşitlik, özgürlük ve adalet kavramlarının yaşam parametrelerini oluşturduğu bir sistemi ifade eder. Bu sistemde toplumun geniş kesimleri demokratik mekanizmalarla yönetim ve karar alma süreçlerine katılırlar. Toplumsal örgütlenmeler dayanışma ve tamamlayıcılık ilkesine göre gelişerek iş ve rol koordinasyonu temelinde yükselirler. Sömürüye ilişkin uygulamalar son bulur. Üretim önemli oranda metaya dayalı olmaktan çıkarılır. Toplumsal ihtiyaçlara göre düzenlenir.

 

Sosyalizmde üretim araçları kolektif mülkiyete dayanır. Sovyetlerde kolektif mülkiyet tüm artı değer ve zenginliklerin devlete ait olması ve bürokratların denetiminde toplanması biçiminde uygulanmıştır. Bu nedenle kimi kuramcılar bu tarzdaki bir mülkiyet biçimini ret etmiştir. Buna karşı sosyalizmi grup ve kamu mülkiyetinin ortaklığı üzerinde inşa etmeyi daha eşitlikçi-özgürlükçü bulmuşlardır.

 

Çünkü sosyalist sistemde iktisadi yaşam devlet ya da kişilerin tasarrufunda özel mülkiyete dönüşerek tekelleşen, metaya, rekabete değil toplumsal ihtiyaçlara ve birbirini tamamlamaya dayalıdır. Marks bu durumu;“sosyalizm, piyasaları, sermayeyi ve emeği meta olmaktan çıkarma arayışı, sistemidir” tarzında tarif eder. İktisadi yanı böyle tanımlanan sosyalizmin siyasi örgüsü ise halkın tabandan örgütlenerek söz, yetki, karar aşamalarına katılmasına dayanır.  Ayrıca sosyalizm sonsuz bir süreci ifade etmez; geçiş evresinin genel adıdır. Sınıflı uygarlıktan,, sınıfların söndüğü, insanlığın, sömürüsüz yaşama doğru gittiği sürecin örgütlenme biçimi ve sınıfsız topluma geçişin ara evresidir.

 

Sosyalizme ilişkin tanımlamaları daha da geliştirmek mümkündür. Sosyalizm sadece ekonomik veriler ya da toplumsal örgütlenme tarzı ve mülkiyet biçimindeki tanımlamalara indirgenmez. Daha kapsamlı ve derinliklidir. Üretimden paylaşıma, mülkiyet biçiminden toplumsal örgütlenmelere, şekillenen yaşam ve zihniyetten bireylerin ilişkilerine kadar tüm alanların yeniden tanımlanması ve düzenlenmesidir. Daha eşitlikçi, özgürlükçü bir içerik kazanmasıdır.

 

Sosyalizm maddi yaşam kadar manevi alanda da sınıflı uygarlığın oluşturduğu değer yargılarını değiştirmeyi öngörür. Ya ezme ya da ezilmeyi kadere dönüştüren statükoyu ortadan kaldırmayı amaçlar. Sınıflı uygarlığın oluşturduğu ölçüleri kökten değiştirmeyi hedefler. Statik bir hayat, onun oluşturduğu donmuş değer yargıları yerine dinamizm ve arayışa dayanan, tüm insanların dayanışması ve toplumun esenliğini esas alan bir maneviyatı öngörür. Eşitlik, özgürlük, dayanışma ve “insanlığın kaybettiği cennetini arama” çabaları şekillendirilmek istenen maneviyatın özüdür.

 

Sosyalizm içerik olarak genellikle Marksizm’le eş anlamlı ele alınır. Bunun haklılık payı olsa da Marksizm’in gelişim tarihine bakıldığında bu tanımın yetersiz kaldığı ortaya çıkar. Sosyalizm özü itibariyle eşitlik, özgürlük ve adalete dair değerleri ifade eder. İnsanlık tarih boyunca bunları yaratmaya-yaşamaya çalışmıştır. Eşitlik, adalet ve özgürlük tarihin her döneminde insanlığın ortak arayışı ve istemini teşkil etmiştir. Sınıflı uygarlık tarihi aynı zamanda bir nevi insanlığın bu arayışlarının da tarihçesidir. Bu içeriğiyle sosyalizmin tarihçesi insanlığın özgür ve eşit yaşama arayışı ile eş değerdir. Fakat sosyalizmi biçimlenmiş bir düşünce akımı, sistematik bir kuram olarak ele aldığımızda karşımıza 200 yıllık bir tarihçe çıkar.

 

İnsanlığın tarih boyunca özgürlük ve eşitliğe dair giriştiği arayışlar 200 yıl öncesine kadar ütopik sosyalist düşünce ve akımlar biçiminde somutlaşmıştır. Daha önce de bu yönlü arayış ve uygulamalar vardır. Spartalardaki toplumculuk, Kynıklerdeki ortakçılık, Hermes’teki arayış ve denemeler, İsa’nın havarilerindeki özgürlük tutkusu, Babekçilik,  Karmati gibi yüzlerce dini gruptaki eşitlik arayışı sosyalizm olarak tanımlanamaz. Ama çıkış gerekçeleri ve isimlendirilmeleri ne olursa olsun tüm bu arayışlar eşitlik, özgürlük ve adalete dair olduğundan sosyalist bir öz taşırlar. Bu düşünce akımı ve mücadelelerinin yaratığı birikim aynı zamanda ütopik sosyalizme kaynaklık eder.

 

Ütopik düşünürler insanlığın bu tarihsel serüveninden esinlenip, beslenirler. Düşünsel güçleri ve pratik deneyimleriyle bu tarihsel mirası güncele-geleceğe taşırlar. ütopik düşünürlere göre insanın sınıfsız-sömürüsüz yaşadığı dönem yeryüzünün cennet olduğu dönemdir. Yeryüzü cenneti sınıfların ve sömürünün olmadığı neolitik dönemdir.  Yeryüzü cennetinin yitirilişini ise çarpıklaşan toplumsal gelişme ile açıklarlar.

 

Gelişen toplumsallaşma artı ürünü, artı ürün mülkiyet ve sınıflaşmayı, bu durum ise devleti, baskı aygıtlarını, savaşları ve cehenneme dönüşmüş yaşamı yaratır derler. Yeryüzü cennetinin yitirilişini böyle tanımlarlar. Ütopistler tüm bu tanımlamalarda haklı olsallarda önerdikleri, “güneş ülkesi” (İkors) kaybolan yeryüzü cennetinin bulunması gibi gerçekçi olmayan tasarımlarla ütopikleşirler.

 

Sosyalizm terimini bugünkü anlama kavuşturan Fransız düşünür Louis Reybaud’dır. Fakat farklı içerikte de olsa sosyalizm kavramı yaygın olarak kıta Avrupa’sında hızla gelişen ütopik guruplar tarafından kullanılmıştır. 1827’den itibaren İngiltere’de gelişmeye başlayan Owenciler sosyalist terimi sanayide ortaklaşma ve kooperatif mülkiyet, Fransa’da1832’den itibaren Saint Simoncular sanayide kolektif düzeni tanımlama da kullanmışlardır. 1516’da Thomas More’nin yazdığı ütopya, 1643’te Campanella’nın yazdığı “Güneş Ülkesi” adlı eserlerle de sosyalizm kavramı aynı içerikte ele alınmıştır.

 

Kapitalizm gelişip bir sisteme dönüştüğü oranda toplumda ondan kurtulma arayışları da gelişmiştir. İsyanlar, makine kırıcılığı vb. hareketlenmeler bunun sonucu açığa çıkmıştır. Bu gelişmelerin çoğunluğu birer tepki hareketidir. Ütopikler bu tepki hareketlerinin bağrında şekillenmiştir.

 

Gelişen ütopik akımlar toplumsal örgütlenmeler kadar düşünce dünyasını da etkilemiştir. Bu gelişmelere damgasını vuranların başında Saint Simon gelir. Simon birçok yönüyle kendinden önceki ütopiklerin sentezi, kendinden sonrakilerin de yol göstericisidir. S. Simon düşünceleri ile toplumculuğun temelini atmıştır.

 

Toplumu tek-tek bireylere, bireyleri ise üç kategoriye ayırmış ve bireyleri “yapanlar, düşünenler, duyanlar biçiminde” kategorileştirmiştir. Saint Simon Fransız Devrim’ini sınıf savaşımı olarak tanımlamıştır. Simon’a göre iktisadi koşullar siyaseti belirler, iktisadi gelişim tüm alanlardaki gelişimi tetikleyeceğinden devletin zamanla yok olması kaçınılmazdır.

 

Ütopik sosyalizmin diğer bir kuramcısı da Owen’dir Lord Owen teorik çalışmalardan çok pratik uygulamalarıyla ön plana çıkmıştır. Kendi denemelerinde eşit ücrete dayalı bir komünal işletme kurmuştur. Burada iş saatleri karşılığında emek pusulaları aracılığıyla yeni bir mübadele biçimini oluşturmaya girişmiştir. Uğraşları sonucu işçilerin çalışma saatleri kısaltılmış, ücretleri artmış, çocuk ve kadınların çalışma koşullarının düzeltilmesine dönük yasalar çıkartılmasını sağlamıştır.

 

C. Fourier’de önemli ütopiklerden biridir. Fourier düşünce gücü ve pratik çabalarıyla kendisinden sonraki sosyalist akımları ciddi anlamda etkilemiştir. Fourier, kuramını insan doğasındaki iyiliği ve uyumu açığa çıkarma üzerine kurgulamıştır. Ticareti, metayı ve bu kapsamdaki etkinlikleri insan doğasını kirleten, bozan faaliyetler olarak ele almıştır. Ticarete dayalı etkinlikler olduğu sürece toplumsal ahenk ve dayanışmanın oluşturulamayacağını ifade etmiştir. Toplumsal ahenk ve mutluluk için aynı binada yaşayan, aynı mutfaktan beslenen, gelirin emeğe-yeteneğe ve sermayeye göre bölüştürüldüğü ortak yaşama dayalı bir topluluk önermiş bu uğurda mücadele etmiştir. Fourier’in en önemli özelliklerinden biri de toplumun özgürlüğünü kadının özgürlüğünde aramasıdır.

 

Sosyalizm insanlığın sınır tanımadan, eşitlik, özgürlük ve adalet arayışının adlandırılmasıdır. Ütopyanın kelime anlamı da gerçekleşmemiş olan, gerçekleşmeyen ve hayali olandır. İnsanlığın kusursuz bir toplum ve ideal bir yaşam arayışıdır. Bu yönüyle Reybaud’un sosyalizm tanımı dikkate değerdir.

 

Ütopik akımların her birisinin kendi içinde taşıdıkları teorik-kuramsal eklektizm ve çözümsüzlükler kaçınılmaz olarak yeni arayışları tetiklemiştir. Bu arayışlarda Marksizm’in doğuşu ve bilimsel sosyalizmin şekillenmesi ile sonuçlanmıştır. Ütopiklerde geçmiş, güncel ve gelecek diyalektiği doğru kurulamamıştır. Kötü olanı reddetme tümünün ortak özelliği olsa da öngörülenin ne olduğu ve nasıl inşa edileceği hiçbirinde belirgin değildir. Bu nedenle Marks ve Engels kendilerinden önceki tüm sosyalist akımları ütopik olarak değerlendirmişleridir.

Ütopikler, sınıfların, sömürünün olmadığı bir dünya için toplumsal arayış ve tepkiyi temel veri olarak kabul etmiş, yeterli saymışlardır. Toplumda baskı, sömürü ve adaletsizliğe duyulan tepkilerin sosyalizmin kuruluşu için yeterli olacağını öne sürmüşlerdir. Bu noktada toplumsal dönüşüm için tek-tek bireylerdeki iyi niyetin yeterli olduğunu varsaymışlardır. Bu nedenle mücadele biçimleri daha çok insanların niyetlerine ve vicdanlarına seslenmekle sınırlıdır.

 

Marks ve Engels ütopiklerin bu tutumlarını iyi niyetli ama sonuçsuz bir yaklaşım olarak değerlendirmişlerdir. Sadece toplumsal tepkinin sosyalizmin kuruluşu için yeterli olamayacağını tarihsel verilerle, Spartaküslerden, Paris komününe kadar ki deneyimlerle izah etmişlerdir.

 

Marks toplumların tarihsel gelişimini Sınıf savaşları ile tarif etmiştir. Geleceğinde ancak bu doğrultuda yürütülecek mücadelelerle mümkün olacağını söylemiştir. Bu nedenle sınıfsız bir dünyanın inşası için sosyalist kuram, bu kuramı pratikleştirecek örgütlülü mücadele şarttır demiştir. Bu tespitlerini diyalektik ve tarihsel materyalist yöntemle açıkladığı toplumsal gelişim yasalarına dayandırmışlardır. Köleciliğin gelişimi ve aşılması, Feodalizmin ortaya çıkışı ve yıkılması ile kapitalist gelişim yasalarını ortaya koyarak toplumsal gelişme ve dönüşümü tanımlamıştır. Bunun sonucu sosyalizmin zorunlu olarak gerçekleşeceğini öngörmüştür.

 

Böylelikle sosyalizmin kuruluşu için işçi sınıfı ve onun etrafında kümelenecek emekçilerin mücadele etmesini zorunlu görmüştür. Sınıfsız toplumu bu diyalektiksel gelişime göre tasarlamıştır. Buna göre sosyalist sistem içersinde kent-kır, kafa-kol, emek-sermaye arasındaki çelişkiler çözülecek ve böylelikle herkesin emeğine-yeteneğine göre yaşadığı sosyalist sistemden, herkesin gereksinimine göre yaşadığı komünist sisteme geçiş öngörülmüştür.

 

Marks, teorik-felsefik çözümlemesinde Alman idealizmi denilen Hegelci felsefi akımı çıkış noktası olarak almıştır. Hegel felsefesinin maddeci tarih anlayışını diyalektik materyalizmin çıkış noktası yapmıştır. Oluşturduğu kuramın felsefi temellerini de diyalektik materyalizme dayandırmıştır. Esas aldığı diyalektik yöntem; olguların, oluşum, gelişim ve dönüşümüne dayanır. Marks diyalektik materyalizmi doğa bilimlerine de uyarlayarak doğadaki dönüşümü açıklamış ve hiçbir şeyin yoktan varolamadığını ve aynı zamanda doğadaki hiçbir şeyin yok olmadığını tanımlamıştır.

 

Fransız ütopizmi, Alman felsefesi ve İngiliz ekonomik politiği Marksizm’in üzerinde yükseldiği üç temel kaynağını oluşturur. Marksizm’in gelişiminde Fransız ütopikleri ve alman felsefesi kadar İngiliz ekonomi-politiğide önemli rol oynar. Marks, kapitalizmi incelerken önemli oranda İngiliz ekonomik politikçilerden yararlanmıştır. D. Ricardo ve Adim Smith başta olmak üzere birçok iktisatçıyı derinlikli olarak incelemiş ve köklü eleştiriye tabi tutmuştur. Bu incelemeler sonucu Üretim tarzındaki anarşi-keşmekeşlik, pazardaki yıkıcı rekabet ve meta dolaşımındaki arz talep çelişkisi ile kapitalizmin sistem olarak çözümlenemez çelişkilere sahip olduğunu ve devrevi krizlerin kapitalist sistemi sürdürülemez hale getirerek sonunu hazırladığını ortaya koymuştur.

 

İngiliz iktisatçılardan farklı olarak marks kapitalizmi çözümlemeye metadan başlamıştır. Metanın oluşum ve dolaşım sürecini çözümleyerek sistemdeki çarpıklıkları, sürdürülmezliği ve sömürüyü açıklamıştır. Emek değer ve artı değer teorileri ile kapitalist sistem içinde emekçilerin nasıl sömürüldüğünü yalın bir biçimde ortaya koymuştur.  Yedek sanayi ordusu tanımı ile sistemin sürekli işsizler ordusu ürettiğini ve bu yolla emekçileri baskılayarak sömürüyü derinleştirip olağanlaştırdığını açıklamıştır. Pazardaki rekabetin acımasızlığı, işletmelerin bir birini yutması ve ekonomik buhranlarla sistemin sürdürülmezliğini somut verilerle izah etmiştir. Bu gelişim diyalektiğinin sermayeyi yoğunlaştırdığını söylemiştir. Sermayenin yoğunlaşması ve daha az elde toplanarak tekellerin ortaya çıkması kapitalist sistem içinde ki çelişkileri daha da keskinleştirdiğini, devrevi krizleri azdırdığını,  sistemin yıkımını hazırladığını söylemiştir.

 

Marks çözümlemeleri ile sadece toplumların tarihsel gelişimini ve gelecekte işçi sınıfının toplumsal ilerlemede oynayacağı rolü açıklamakla yetinmemiştir. 1862–63 yılında üç cilt halinde yayınlanan eserinde o güne kadar iktisadi gelişmelere damga vuran ekonomik-politik görüşlere de köklü eleştiriler yöneltmiş, bunları, temelde değiştirmiş ve yeni bir iktisadi yaklaşım şekillendirmiştir. 1867 de kapitalizmin gelmiş-geçmiş en kapsamlı-köklü eleştiri ve yorumunu içeren Das kapitalin ilk cildini yayınlayarak kuramını şekillendirmiştir. Sonrasında kapitalin yazılmış ama yayınlanmamış diğer ciltlerini Engels yayınlayarak bu süreci tamamlamıştır.

 

Marks’a göre insanlık şimdiye kadar özgürlük ve eşitliği yalnızca ilkel komünal toplum aşamasında yaşamıştır. Tarihin en uzun evresi olan bu aşamanın temel özelliği sömürünün, baskının, devletin ve özel mülkiyetin olmamasıdır. Yürütülecek mücadele ile insanlık Kapitalizm’i aşarak yeniden aynı konuma ulaşılacaktır.

 

Bu aşamaya geçiş iki biçimde öngörülmüştür. Bunun ilk adımı çoğunluğun iktidarı olarak tanımlanan Proleterya Diktatörlüğü öngörülmüş, ikinci aşama ise Komünizm olarak tarif edilmiştir. Marks ve Engels dünya görüşlerini, öngördükleri sistemi ve bu sistemin inşasında nasıl bir metodoloji izleyeceklerini en özlü biçimde Komünist Manifestoda açıklamışlardır. Yeni bir yaşam, yeni toplumsal ilişkiler ve yeni bir dünyanın inşası olarak formüle edilen önermeleri özet olarak şöyledir.

 

Kapitalizmin yıkılışı kaçınılmazdır. Sınıfsız sömürüsüz dünya bu gerçekliğin zorunlu sonucu olacaktır. Nihai hedefe gidiş iki aşamalıdır. İlk aşaması sosyalizmdir. Sosyalizm sürecinde sömürü-özel mülkiyet ve diğer kötülüklerin kuşaktan kuşağa aktarılmasının önüne geçilir. Haberleşme ve ulaşım araçları kamuya ait hale getirilir. Nakit para ve kutsal peçeden ibaret aile kurumu köklü değişime uğratılır. Kapitalist devletin kök hücresi olmaktan çıkarılır. Üretim ve üleşim süreci dengeli hale getirilmeye çalışılır. Büyük tarım ve sanayi işletmeleri birleştirilir. Çocukların sanayi iş kollarında çalışması yasaklanır. Herkese parasız eğitim sağlanır. Ulaşım, konut, sağlık ve eğitim her vatandaş için bir hak haline getirilir.

 

Komünist manifestoya göre; komünist toplum aşamasında üretim araçları toplumun ortak malı haline getirilir. Üretim kar için değil, toplumsal ihtiyaçlar için yapılır. Üretilen her türlü değer meta olmaktan çıkarılır. Emekçilerin topluma katkısı harcadığı emek zamanına göre belirlenir. Toplam üretimden kamu giderleri, sermaye birikimi, eğitim, sağlık gibi zorunlu harcamalar çıkarıldıktan sonra geri kalanı bireylerin kullanımına sunulur. Komünist toplumda üretim araçlarını gelişip yetkinleştirilmesi vazgeçilmez bir zorunluluktur. Bundan dolayı süreklileşen bir tarzda teknik yetkinleştirmeye gidilir. Bunun sonucu üretim bollaşır. Üretimdeki artış bölüşümde emeğe göre ilkesinden, ihtiyaca göre ilkesine dönüşümü sağlanır. “ herkesten yeteneğine göre, herkesin ihtiyacına göre ilkesi” yaşama geçer.

 

Aynı değerlendirme kapsamında devlet sınıflı toplumun bir hastalığı olarak ele alınır. Sınıflı toplumun yarattığı eşitsizliklerin, baskı ve sömürünün kaçınılmaz sonucu biçiminde değerlendirilir. Bu değerlendirmeye göre, sınıflar varlığını sürdürdükçe, devletin var olması kaçınılmazdır. Sosyalist uygulamalar toplumda düşünsel, kültürel gelişmeyi hızlandırır, en üst seviyeye çıkarır. Yeni bir düşünce sistemi, kültür ve ahlak ölçüsü şekillendirir.

 

Zihniyet alanındaki bu gelişime paralel olarak maddi yaşamda da gelişim hızlanır. Üretim tekniği mükemmelleşir. Üretim mekanik tekniğe dayalı olmaktan çıkar, tam otomasyona geçer. Bu olgu hem büyük bir bolluk yaratır, hem de keskin sınıfsal ayrışmayı eritmeye başlar. Toplumsal farklılaşma ve sınıfsal ayrışma her geçen gün hızlanan bir biçimde yok olur. Keskin çelişkilere dayalı sınıfsal ayrışma ortadan kalktıktan sonra, gelişme eşitsizliğin giderilmesi yönünde olur. Sınıflar eridikçe, sınıfsal çelişkiler yok olmaya başlar. Kategorilere, sınıflara bölünmüş toplum eşit, özgür bir topluluğa dönüşür. Devlet olarak örgütlendirilmiş baskı aygıtı ortadan kalktığında yerini demokratik işleyişle doğrudan demokrasiyi öngören halkın öz yönetimi olan komünler alır. Bu tarzdaki komünlerin ortaklığından ise konfederatif örgütlenme şekillenir. Bunun sonucu temsili demokrasiden, doğrudan demokrasiye geçilir. Devlet ve diğer baskı aygıtları anlamsızlaşır ve ortadan kalkarlar.

 

Sosyalizm farklı yorumlarla pratikleşse de genel olarak Marksizm’le eş anlamlı ele alınır, Marksizm-Leninizm biçiminde değerlendirilir. Kuşkusuz bundan sosyalizmin pratikleşme düzeyi ve bunun adlandırılması önemli rol oynar. Birinci Dünya savaşından sonra gelişen sosyalist karakterli devrimlerin gittikçe SSCB öncülüğünde bir sisteme dönüşmeleri, ayrı bir kamp oluşturmaları bu tanımlamaların yapılmasında temel rolü oynar. Çünkü bu devrimlerde başat rol oynayan parti ve grupların geneli Marksist’tir. Gelişen devrimler genelde bu karakterdedir. Tümü kendini sosyalist olarak tanımlamıştır. İsimlendirme ve tanımlama aynıdır. Fakat uygulamalar farklıdır. Taşıdıkları özgünlükler oldukça derindir. Bu farklılaşma en uç noktada Bernsteinin yorumlamasında açığa çıkar. 

Marks’ın ütopiklere yaptığını Bernstein Marksizm’e uygulamaya çalışmıştır. Sosyalizmin Marksist yorumunu revize ederek sosyal demokrasi formülasyonunu geliştirmiştir. Bernstein, genel olarak sosyalizmin Marksist yorumunu doğru kabul etmiştir. Ama Marksizm’in emek-değer kuramına, iktisat yorumuna ve tarih tezine karşı çıkmıştır. Sermaye tahlili, tekelleşmenin gelişimi ve sınıfların ortadan kalkması tezleriyle Marksizm’den ayrılmıştır. Marksizm’in sermaye yoğunlaşması ve kapitalizmin çöküşünün mutlak olduğu görüşünü eleştirmiş, kabul etmemiştir. Toplumun hızla proleterleşeceği tezine katılmamıştır. Bu özelliğiyle de revizyonist damgası yemiştir.

 

Marksizm’in “sermayenin yoğunlaşması kaçınılmaz bir biçimde tekelleşmeyi yaratır, bu durum süreç içersinde orta sınıfları eritir, köylülüğü tasfiye eder” biçimindeki formülasyonunu Bernstein farklı yorumlamıştır. Ona göre küçük hisseli anonim şirketlerin varlığı sermayenin kimi merkezlerde yoğunlaşmasını engellemektedir. Bu olgu devam ettikçe sermayenin yoğunlaşması ve güçlü tekellerin açığa çıkması Marksizm’in ön gördüğü biçimde kolay ve hızlı olmayacak, daha uzun bir zaman dilimini alacaktır.

 

Dolayısıyla tekelleşmenin gelişimi, orta sınıfların erimesi ve köylülüğün tasfiyesi Marks’ın düşündüğü biçimde gelişmeyecektir. Tarihsel bir süreci kapsayacaktır. Bundan hareketle Bernstein, Marksizm’in “kapitalizm zorunlu olarak yıkılacaktır” tezini kabul etmemiştir.  Bu nedenle işçi sınıfının belli olmayan bir tarihte kapitalizmin yıkılışını bekleyeceğine, kademeli bir biçimde süreklileşen ekonomik, sosyal ve siyasal kazanımlarla durumunu düzeltmeyi daha akılcı görmüştür. Kuramını bu zemin üzerinde inşa etmiştir.

 

Sosyalizmin Marksist yorumundan ayrılan bir diğer akımda Kautskyciliktir. Kautsky, Bernstein’den farklı olarak kapitalizmin çöküşünün kaçınılmaz olduğuna ilişkin Marksist tezi kabul etmiş-savunmuştur. Fakat sosyalizmin mücadele, devrim ve proleterya diktatörlüğü yoluyla kurulacağına dair tüm tezleri, düşünceleri reddetmiştir. Zaten doğalında yaşanacak bir gelişme olarak gördüğü kapitalist sistemin aşılması için mücadele etmeyi, devrim yapmayı anlamsız bulmuştur. Bu yönlü çabaları, mücadeleleri yanlış görmüştür. Kautsky, kapitalizmin meta üretimi üzerine yükseldiğini, metanın pazardaki dolaşımının kaçınılmaz olduğunu, dolaşım sürecinin acımasız bir rekabete dayandığını, bu rekabetin ise en nihayetinde tekelleşmeyi kaçınılmaz kıldığını ileri sürmüştür. Sonuçta tüm pazarların tek tekele dönüşeceği ve rekabetsiz kalacağı için de kapitalizmin yıkılacağı, onun yerine sosyalizmin boy vereceğini savunmuştur. Bu nedenle her türlü iradi müdahale ve mücadeleyi reddetmiş, anlamsız bulmuştur.

 

Bernstein, Kautsky ve benzerlerinin çıkış döneminde sosyalizm ile sosyal demokrasi terimleri aynı içeriktedir. Bu akımlar ve düşünce sahipleri aynı zamanda sosyalizmin reformist ve revizyonist yorumlarının fikir babalığını da yapmışlardır. Sonraki dönemlerde bu kavramlar farklı içerik kazanmıştır. Sosyal demokratlar kapitalist sistemi toplumsal ilişkileri, yaşam ve mülkiyet biçimini devrim-mücadele yoluyla değiştirmeyi değil, sürekleşen reformlarla iyileştirmeyi öngörmüşlerdir. Bu olguyu kademeli değişim olarak tanımlayarak temel çizgileri haline getirmişlerdir. Kapitalist sistemi kökten değiştirmeyi bir yana bırakıp onu iyileştirme yolunu tercih etmekle yetinmişlerdir.

 

Sosyal demokrat akımlar ve partiler bu çerçevede yürüttükleri mücadeleler ile işçi hakları ve ücretlerinde kimi iyileştirmeler sağlamışlardır. Sosyal devlet uygulamasının gelişip yaygınlaşmasında belli oranda rol oynamışlardır. Fakat ekonomik ve sosyal kazanımlarla yetinmeleri sonucu sosyalist bir sistem kurma amaçlarından uzaklaşmışlardır.

 

Ayrışma ile sosyal demokrasi birçok ton ve renge bürünüp böylesine bir savrulma yaşarken, sosyalizmin diğer kanadını Lenin formülasyonu etrafında bir araya gelenler temsil etmişlerdir. Lenin’in sosyalizm yorumu; reformculuğa ve revizyonizme yoğun bir karşı koyuşu barındırır. Bersteincilik ve Kauskiciliğe tepki olarak iradi müdahalecilik oldukça ileri düzeydedir. Zorun rolü, devlet, devrim ve proleterya diktatörlüğü gibi konularda oldukça radikaldir. Lenin’in görüşleri hemen-hemen tüm sosyalist hareketleri derinden etkilemiştir. Uygulamalarına damga vurmuştur. Reel sosyalist uygulamaların genel çerçevesini oluşturmuştur.

 

Lenin’in formülasyonuna göre toplumlar işçi sınıfının öncülüğünde sınıf savaşına atılacak, devrim yoluyla burjuvazinin iktidarına son verecek ve proleteryanın diktatörlüğünü kuracaktır. Proleterya diktatörlüğünde devlet yapısı emekçiler lehine yeniden düzenlenecektir. Aile biçimi, mülkiyet ilişkileri, çalışma düzeni vb. emekçiler lehine köklü değişime uğrayacaktır. Bu süreç içinde emek-sermaye, kent-kır ve kafa-kol emeği arasındaki çelişki hızla çözüme kavuşturularak, komünist toplumun alt yapısı hazırlanacaktır. Bu yolla sınıfsız ve sömürüsüz toplum inşa edilecektir.

 

Sosyalizmin Leninist yorum ve pratikleşmesinde hem kuramsal, hem de uygulama anlamında ciddi sorunlar boy vermiştir. Bernstein ve Kautsky’nin toplumsal gelişme-ilerlemede her türden iradi müdahale ve mücadeleyi yadsıyan yaklaşımlarına tepkiyi içeren sol yorumlar açığa çıkmıştır. Lenin, “sol komünizm bir çocukluk hastalığıdır” diyerek bu durumu eleştirse de kuramsal formülasyonunda ve uygulamalarında bundan kendini kurtaramamıştır. Toplumsal gelişme ve ilerlemede zorun rolünü ebelik olarak tanımlamıştır. Bu tanımla eleştirdiği hataya düşmüştür. Stalin bu teorik alt yapı ve ideolojik temele dayanarak zor yoluyla sınıfları fiziki imha temelinde dönüştürmeye girişmiştir. İradi müdahale ve devrimci zor salt sistem değiştiren bir araç değil, aynı zamanda toplumu kültür, kimlik, sosyalite ve kişilik olarak değiştirme, yeniden dizayn etmenin aracı olarak ele almış ve uygulamıştır.

 

Zor aracının böyle tanımlaması sonucu reel sosyalist sistemde devlet her geçen gün daha da büyümüştür. Hayatın her alınana hükmeden tanrıya dönüşmüştür. Tüm toplumsal enerjiyi yutan bir kurum haline gelmiştir. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak bürokratlardan oluşan temelsiz bir sınıf ortaya çıkmıştır. Bürokratlar zor yoluyla tasfiye edilen egemen sınıfın yerini almıştır. Bu durum ise süreklileşen bir tarzda kötülük üreten toplumsal bünyedeki bir ur işlevini görmüştür.

 

Sovyet örneğinde ve reel sosyalist uygulamalarda açığa çıkan bu olmuştur. Zor yoluyla yer-yer fiziki imhayı da içeren tarzda tasfiye edilen egemen sınıfların yerini devlet aygıtı içinde türeyip büyüyen ve her yönüyle halka, üretime yabancı olan bürokratlar almıştır. Yıkılan kapitalist devletin yerini bu bürokratların emrindeki daha hantal ve baskıcı devlet almıştır. Sosyalizmin komünler aracılığıyla toplumun doğrudan demokrasi yoluyla kendi kendini yönetmesi ve devletsizleşme öngörüsü, reel sosyalizmde devletin hayatı çepeçevre sardığı bir biçime dönüşmüştür.

 

Çin ve Vietnam devrimleri, Latin Amerika’daki devrimci hareketler ve Avrupa’daki sosyalist uygulamalar birbirinden oldukça farklıdır. Çin, Vietnam vb. ülkelerdeki devrimlerin öncü gücü sosyalist partiler olsa da buralardaki gelişmelere damgasını vuran ulusal kurtuluşçuluktur. Sosyalizme dair söylem ve uygulamalar konjonktüreldir, kabuk düzeyindedir. Nihayetinde bugün Çin’de uygulanan sosyalizm değil, insanların gönüllü köleleştirildiği Sümer rahip devletinin güncelleştirilmiş halidir. Bu nedenle bilim ve teknikteki gelişmeler burada yaşayan insanların hayat kalitesini artırmıyor. Daha derinleştirilmiş kölelik bağlarını yaratıyor. Bu anlamda Çin’deki uygulamalar hiçbir biçimde Marksizm olarak tanımlanamaz. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki uygulamalarla aynı düzeyde olmazsa da hem kuramsal, hem de kurumlaşma-uygulama anlamında ciddi yanılgılar yanlışları bağrında taşımıştır. Buradaki en büyük yanılgı zorun tanımlaması ve uygulamasında açığa çıkmıştır.

 

SSCB’de zorun rolü ebelik düzeyinde uygulanmıştır. Diğer bir deyişle devrim yoluyla kurulan proleterya diktatörlüğü altında iradi müdahale son kerteye kadar kullanılarak eski sistem ve onun toplum bağrındaki kalıntıları yıkılmaya, bunların yerine sosyalist bir toplum inşa edilmeye çalışılmıştır. Tüm bu örneklerde pratikleşen uygulamalara rağmen sosyalist bir sistemin her yönüyle şekillendiğini ve uygulandığını söylemek zordur. Fakat uygulamanın içeriği ne olursa olsun tanımlama sosyalizm biçiminde olmuştur. Bunca çarpık uygulamanın sosyalizm olarak tanımlanması bir yanda sosyalizmin toplumlar nezdinde itibar kaybına yol açmış, diğer yandan düşünsel, felsefi alanda büyük bir karmaşanın yaşanmasını kaçınılmaz kılmıştır. Çoğu zaman sosyalizm tahrif edilmiş, tanınmaz hale getirilmiştir.

 

Bunun sonucu özgürlük, eşitlik ve adalet parametreleri söylem düzeyinde kalmıştır. Devrimi ve sosyalizmi korumak adına devleti merkez alan uygulamalar başat hale gelmiştir. İdealizme dayalı manevi dünya reddedilmiş, bu yönlü arayış-tercihler yasak ve baskılarla engellenmiştir. Fakat alternatif olarak sosyalist maneviyat ve ahlak yaratılamamıştır. Reel sosyalizmin hüküm sürdüğü ülkelerde her şey maddiyata ve onun ruhsuz rakamlarına endekslenmiş, manevi dünya tanımsızlaşarak, maneviyat çökmüştür.

 

Sosyalizm, 200 yılı aşkın bir süredir farklı yorumlarla insanlığın gündemindedir. Hem kuramsal ve hem de uygulama boyutuyla süreklileşen bir değişim diyalektiğine sahiptir. Bir kitaba sıkıştırılmış ve dondurulmuş dinsel doğmalar bütünü değildir. Değişen toplumsal ilişkiler ve ihtiyaçlara paralel bir biçimde değişim göstererek farklı içerikler kazanmaktadır. Gerek kuramsal düzeyde, gerekse pratikleşme aşamalarında boy veren sorunların kilit noktası, sınıflı uygarlıktan-sınıfsızlaşmaya, kapitalist sistemden, sosyalizme geçişte hangi metodolojinin esas alınacağıdır. Proleter devrim ya da toplumsal dönüşüm bu noktada kilit kavramlardır.

 

Geçmiş pratikleşme düzeyi diyalektiksel, doğal gelişim vb adına her türden iradi müdahaleyi, toplumsal mücadeleyi yadsıyan, bireyi ve toplumları nesneleştiren, edilgenliğe mahkûm eden evrimciliğin çözümsüzlüğünü kanıtlamıştır. Aynı zamanda insanın özneliği, değiştirme gücü adına zoru, zor yoluyla da dönüşümü tanrısallaştıran, dolayısıyla insanı, toplumu, doğayı tahrip eden, kaba devrimciliğin de özlemi duyulan dünyayı kurmaya yetmediği açığa çıkmıştır. Bu olgu ve onun tetiklediği devlet, iktidar, mülkiyet biçimi, aile vb. sorunlar sosyalizm sözkonusu olduğunda halen yakıcılığını hissettirmektedir. Nükleer enerji-silahlanma, doğa-çevre sorunları, kadına yaklaşım, düşünce ve inanç özgürlüğü gibi alanlarda yaşanan sıkıntılarda bu sorunları tamamlar niteliktedir.

 

Sosyalizmin düşünsel-felsefi bir akımdan alternatif bir sisteme dönüşme tarihi hem kendi içinde bir gelişim, hem de dışındaki akımlarla mücadele tarihidir. Bu tarih boyunca gelişim, yetkinleşme süreklidir. Her pratikleşme aynı zamanda sosyalizmin kuramsal düzeydeki sıkıntılarını, hatalarını açığa çıkarma ve giderme çabasıdır. Bu anlamda sosyalizm uygulamalarında yaşanan başarısızlıklar hiçbir zaman bir son değildir. Daha iyiye, güzele ve daha ahlaklı -vicdani olana ulaşma arayışlarının başlangıcıdır. Bu nedenledir ki, reel sosyalizm sürecinde yaşanan onca acı ve yıkımın yarattığı hayal kırıklığına rağmen sosyalizm halen insanlık için tek seçenektir. Yakın tarihi gerçekçi ele alan, günceli doğru değerlendiren ve geleceğe dair güçlü umut taşıyan herkes bu gerçekliği kabul eder. Bu gerçeklik kabul edildiğinde ise başka bir dünyanın, yaşamın mümkün olduğu açığa çıkar.

 

Kısaca özetlenen sosyalist kurama dayalı reel sosyalist kamp 1990 yılında çökünce dünya genelindeki sosyalist hareket ve gruplarda yoğun bir çözülme ve sağa sola savrulma yaşandı. Bu çöküş sürecinde her sosyalist gibi büyük acı duydum. Çünkü alt-üst olan sadece Sovyetik sistem değildi. Yıkılan Milyonlarca insanı hayata bağlayan, onca acı, yoksulluk ya da savaşlara rağmen yaşama tutunmalarını sağlayan ütopyalar, inanç ve ideallerdi. Bir Pandora kutusu misali etrafına kötülük saçmasının nedeni buydu. İnsanlar geçmiş ve güncellerini kaybetmişlerdi. Geleceğe dair ise hiçbir tasarımları, umutları kalmamıştı. Bu nedenle yıkılan sosyalizm yerini hızla metanın tanrısallığı ve devlet aygıtı içersine yuvalanmış bürokratların mafyalaşması-çarpık bir burjuvaya dönüşmesi alıyordu. Ortaya çıkan durumu dünya ölçeğinde insani düşüş ve ahlaki çöküşteki sınırsızlık izliyordu.

 

Bu trajik son insanların bir kısmına umudun, kavganın ve mücadelenin bitmesi biçiminde yansıdı. Bu konumda olanlar nihilizme varan bir savrulmayı yaşadılar. Bu duruma düşmek istemeyen ve direnenler ise çoğunlukla çevrelerindeki, dünyadaki gelişmelerden ve değişim dinamiğinden koparak kendi içlerine kapanıp birer tarikata dönüşüyorlardı. PKK güçlü bir sosyalist damara sahiptir. Militanları ulusal kurtuluşçuluktan çok sosyalist değerlere göre şekillenmiştir. Buna rağmen bu süreci çalkantılı yaşamadı. Çünkü öncesinde yaşananlar doğru tahlil edilmiş ve alt-üst oluş anı gelmeden çok önceden değişim hareketi başlatılmıştı. Değişimle sosyalizm yeni parametrelere göre yeniden tanımlanmış ve örgütsel modellere kavuşturulmuştu. Bu nedenle sosyalist kamptaki yıkım PKK saflarına ancak bir hüzün ve yaşananlardan sonuç çıkarma biçiminde yansıyordu. Sosyalist kamptaki çözülüş hızlanıp, yayıldıkça PKK saflarında sosyalizme yüz çevirme bir yana dahada güçlü yaşamsallaştırma arayışları derinleşti. Arayışlar sonucu ulusal kurtuluşçuluk gibi sosyalizmde yeniden kavramsallaştırılarak, tanımlandı. Devrim, devlet, iktidar, mülkiyet biçimi, toplumsal örgünün nasıl olacağı vb yeniden tanımlandı. Toplumsal dönüşümde zorun rolü oldukça sınırlandırıldı. Sonuçta 1970 lerde şekillenen ulusal kurtuluşçu damar ile sosyalist damar köklü dönüşümle demokratik komünalizm de somutlaştı. Bu çerçevede ulusal kurtuluş yoluyla sosyalist bir ülke yaratma amacı yerini tamamlayıcılık ilkesi etrafında bir araya gelmiş tüm toplumun örgütlenmesine ve sınırları esas almayan komünler yoluyla kendini yönetmesine bıraktı.

 

2)Kurumsal-örgütsel model ve değişim

 

Çıkışında PKK’nin örgütlenme modeline damgasını vuran Leninist merkeziyetçi dikey örgütlenmedir. Bu model dünya genelindeki ulusal kurtuluşçu parti-cephe, ordu modeli ile iç-içe geçirilerek Kürdistan’a uyarlanmış ve PKK, ERNK, ARGK biçiminde somutlaşmıştır. Süreç içinde ihtiyaçlar sonucu birçok örgütlenme deneyimi yaşansa da esas alınan bu üçlü model olmuştur. 1990 larda bu örgütlenme biçimini değiştirme arayışları gelişmiştir. Fakat ulusal kurtuluşçuluk ve halk savaşına dayalı devrim stratejisinden dolayı bu arayışlar sonuçsuz kalmıştır. Bu alandaki değişim çabası ancak 2000’li yılardaki kuramsal dönüşümle mümkün olabilmiştir.2000’li yıllardaki değişim bu alana da yansımış ve merkezi dikey Leninist örgütlenme yerini tamamlayıcılık ilkesi ile bir araya gelen yatay konfederal örgütlenmeye bırakmıştır.

 

Değişim süreci ile hiyerarşik dikey örgütlenmeden, birbirini tamamlamaya dayalı, konfederal yatay örgütlemeye geçilmiştir.

 

Hiçbir örgütlenme, toplumsal gelişmişlik düzeyi, ilişki ve çelişkilerden bağımsız olamaz. Tüm örgütlemeler toplumsal ihtiyaçların ürünü olarak ortaya çıkar, şekillenir ve sorunların çözümünde misyon üstlenirler. Toplumsal ihtiyaçlara göre kendini yenileyerek güncele uyarladıkları oranda da varlığını sürdürürler.

Tarih boyunca sınıf ve toplumların örgütleme diyalektiği böyle işler. En mükemmel işleyen ve aşılmaz görünen örgütleme biçimleri değişime ayak uydurmadıklarından tepeden-tırnağa savaş makinesi olan Roma İmparatorluğu gibi aşınıp yok olurlarken, baskı, yasak ve kıt imkânlara rağmen kendini var eden ve sürekli yenileyerek toplumsal ihtiyaçlara cevap olan örgütlemelerin asırlar boyunca varlığını sürdürdüğüne de tanığız.

 

Bir örgütlenme biçimi toplumsal gelişime paralellik arz etiği oranda yaşamsallaşır. İhtiyaçlara cevap oldukçada varlığını sürdürür ve toplumda rol oynar. Bu noktada belirleyici olan toplumsal gelişmişlik düzeyi ile doğru orantılılık ve cevap olma düzeyidir. Tarih ve insanlık birçok örgütlenme biçimine tanıklık etmiştir. İlk klandan başlayan toplumsallaşma serüveni ilerledikçe insanın örgütlenme ve buna paralel olarak yönetim organlarında da değişimler yaşanmıştır. Bu gelişim neolitik toplumdan, sınıflı topluma geçişi sağlamıştır.

 

Neolitik toplumda örgütlenme doğaldır, toplumsal ilişkilerle uyumludur, toplum üstü değildir, ihtiyaçların sonucudur. Sınıflı uygarlıkta ise örgütlemeler birer tahakküm aracıdır. Hem komünal, hem de sınıflı toplum içinde komünler ve daha yaygın isimlendirmelerle meclisler ise toplumsal örgütleme biçimi ve yönetim organları olarak çift karakterlidirler.

 

Meclis sözlük tanımıyla: Bir konuyu görüşmek, konuşmak, tartışıp karara bağlamak üzere bir araya gelmiş kimseler topluluğu… Bu topluluğun yaptığı toplantı biçiminde tanımlanır. Fakat herhangi bir topluluğun veya bir araya gelişlerin meclis hüviyeti kazanması için yasama işlevini görmeleri gerekir.  Meclisler nitelik ve işlev itibariyle farklı olsallarda yasama organı olarak aynılaşırlar. Temel farklılaşma doğrudan demokrasi veya temsili demokrasi biçimindeki içerikleri ile açığa çıkar. Sınıflı uygarlık temsili demokrasiye dayanır. Seçim yoluyla belirlenen temsilciler yasama organını oluşturur, yasama organı da kendi içinde bir yürütme seçerek işlevselleşir.

 

Özet olarak elit bir kesimin toplumu mecliste temsil etmesi ve yönetmesi böyle somutlaşır. Bu örgütlemede toplumdaki demokratik işleyiş oy verme derekesine indirgenir. Periyodik zaman dilimleri içersinde en yüksek oyu alan birey, grup veya partiler güçleri oranında yasama ya da yürütme süreçlerine katılırlar. Böylece meclisler sınıflı toplumun örgütlenme ve yönetim biçimi olarak kurumsallaşırlar. Tahakküm aracı olarak bir avuç egemenin toplumu denetimde tutma ve istediği gibi yönetme organı olarak işlevselleşirler.

 

Sınıflı uygarlık tarih boyunca hükmetme tekeli uzun süre tanrı-din adına dini kurumların elindedir. Dini otoriteler toplumun nasıl yaşayıp nasıl öleceğine, ne yapıp ne yapmayacaklarına kendileri karar vermiş ve bu kararlarını fermanlarla, ayetlerle topluma taşımışlardır. Aynı uygulama daha sonra kılık değiştirerek dikey örgütleme aracılığıyla temsili demokrasiye ve onun organları olarak meclislere taşınmıştır. Bu meclislerde toplumun karar süreçlerine katılımı sadece seçimler ve kullanılan oyla sınırlıdır. Toplum seçtiklerini denetleme imkânlarından yoksun bırakıldığı gibi, geri çekme hakkına da sahip değildir.

 

Bu özellikleriyle sınıflı uygarlık süresi boyunca şekillenen meclisler halkın kendi sorunlarını çözdüğü birer iradeleşme, kolektif karar alma ve uygulama organı değil, halk adına kararların alındığı tahakküm araçlarıdır. Bu nedenle insanların din, Ulus veya sınıf adına giriştiği birçok arayış veya deneysel uygulamaların merkezinde meclislerin bu durumunu aşma yer alır. Fransız devriminde örgütlendirilen Paris komünü ve Sovyetler örgütlenmesi bu konuda en çarpıcı örnektirler. Kürtlerdeki değişim örgütsel alana yansıması insanlığın tarihsel birikimi ve deneylerini güncel ihtiyaçlar temelinde yeniden yorumlama ve yeni bir modelle komünler etrafında örgütlenme biçimindedir.

 

Bu sistemde doğrudan demokrasi komünler ve komün meclisleriyle hayat bulmaktadır. Bu meclisler öngörülen demokratik sistemin özüdürler. Meclisler toplumun doğrudan söz, yetki, karar süreçlerine katılma organıdırlar.  Her koşulda toplumsal katılımı öngören bir işleyişe sahiptirler.  Bu örgütleme biçiminde tabandan başlayarak tüm toplumun yönetim süreçlerine katılımını esastır.  

 

Bu modelin, Anarşistlerin arayış ve giriştikleri deneylerle benzeşen-ayrışan yanları vardır. Anarşistler öngördükleri toplum modellerini özerk komünler biçiminde somutlaştırırlar. Hemen-hemen tüm anarşist kuramcılar öngördükleri toplumsal örgünün merkezine özgür kent ya da köy komünlerini koyarlar. Sovyetlerdeki uygulama ve deneyimlerde bu arayışlar kapsamındadır. Tüm toplum meclisler etrafında yatay örgütleme temelinde bir araya getirilerek yeni bir toplumsal inşa denenmiştir.

Marks, Fransız devriminde temel örgütleme biçimi ve yönetim organı olarak komünlerin örgütlendirilmesini önemli görmüştür. Farklı toplumsal kesimler içinde örgütlenen komünlerin bir araya gelmesinden de alternatif sistemin örülmesini önermiştir. Rusya’da fabrika, mahalle, okul vb biçiminde örgütlendirilen Sovyetler bir nevi Fransa’daki deneyimin daha gelişkin haliyle pratikleştirmedir. Fabrika ve yerleşim alanlarına dayalı örgütlendirilen Sovyetler, bölge ve en nihayetinde yüksek Sovyetler izler. Reel sosyalist örgütleme böyle şekillenir. Yıkım ve büyük bir hayal kırıklığı ile sonuçlansa da burada esas alınan örgütleme biçimini yanlış değildir. Yıkımı yaratan bu örgütlülük biçiminin değil, onun işlevsiz bürokratik bir organa dönüştürülmesidir. 

                                  

Reel sosyalizm örneğinde meclisler halkın söz, yetki ve karar süreçlerine katılma organı değil, işlevsiz, içeriksiz birer bürokratik aygıttırlar. Bu ruhsuz bir beden olma halidir. Bu nedenle sorunlar örgütleme biçiminin kendisinde değil, ona biçilen misyon ve pratikleşmesindedir. Sovyetlerdeki örgütlülük başlangıçta toplumsal ihtiyaçların ürünüdür. Bu nedenle gelişimi hızlıdır. Fakat iktidarlaşmadan sonra sıkıntılar başlamıştır. Yasama organı olmaktan çıkmış ve bürokratik aygıtın uzantısına dönüşmüşlerdir. Böylelikle doğrudan demokrasinin yaygın organı değil, bürokratik birer aygıta dönüşmüşlerdir.

 

İdeolojiler örgütsel mekanizmalarını yarattıkları oranda sistemleşip, pratikleşerek birer sistem haline gelirler. Her örgütlülük ise temel amaçlarıyla içerik kazanır. İsimlendirilmesi-tanımlanması ile değil, pratikleşme düzeyiyle anlamlı hale gelir. Geçmiş hem ideolojik dayanakları, hem sistemsel örgü, hem de yönetsel organları itibariyle hızla aşılmakta, insanlığın ihtiyaçlarına cevap olmaktan uzaklaşmaktadır. Kapitalizm kuram ve kurumları ile hızla çürümekte ve aşılmaktadır. Bağrındaki çelişkiler ve sorunlarından dolayı sürdürülmezliği her gün daha fazla kanıtlanmaktadır.

 

İnsanlığın reel sosyalizm biçiminde somutlaşan deneyimi de başarısızlığa uğrayarak yıkılmaktan kurtulamamıştır. Kapitalizmin çözümsüzlüğü ve reel sosyalizmin aşılması insanlığı bu alanda daha güçlü arayışlara sevk etmiştir. Arayışlar buluşlara ve buluşlarda yeni örgütleme modellerin şekillenmesine yol açmıştır. Kürtlerin Demokrasi deneyimi ve komün örgütlenmeleri bu parametrelere dayalı olarak gelişmiştir. Değişimle öngörülen Demokratik sistem amaç, hedef ve içerik kadar örgütlenme biçimiyle de önceki kriterlerden temelde ayrılır. Geçmişte de komün örgütlemeleri vardır. Fakat bunlar şekli, dikey ve bürokratik birer organdırlar. Oluşum, gelişim ve işleyişleriyle temsile dayalıdırlar.  

 

Kürtlerin oluşturmak istediği Demokratik sistemde ise bu durum tersine döner. Tahakküm aracı olan her türlü örgütleme reddedilir. Toplumun tümünün Örgütlenmesi ve meclislere katılımı temel ilke haline gelir. Pratikleşmesi şu temel parametrelere dayanır. En küçük yerleşim biriminden en genel örgütlülüğe kadar, tüm yapılanmada doğrudan demokrasi esastır. En küçük yerleşim birimindeki örgütlülük komün veya ocak biçiminde somutlaşır. Bunu mahalle, ilçe, il, bölge ve genel komün- meclisler izler. Her birisinin görev ve sorumluluğu temel ilkelerle belirlenir. Misyonları temsil ettikleri yerleşim alanlarındaki tüm yurttaşların söz, yetki, karar iradesi olmalarıdır. Her komün- meclis bu temel ilkelerden hareketle yasama organı haline gelir ve çalışmalarını böyle icra eder.

 

Farklı yerleşim alanları ve farklı toplumsal katmanlar içinde şekillenen komün-meclislerin birbiriyle ilişkilenmesi ise ödev-hak ve birbirini tamamlama ilkesine dayanır. Karar ve uygulamalarındaki temel ilke hiçbir biçimde tahakkümü kabul etmeme ve tahakkümü öngörmemeleridir. Karar ve uygulamalarında diğer önemli bir husus ise başka komün ve meclislerle uyumluluktur. Her yerleşim alanı nüfus yoğunluğuna göre ve her toplumsal katman yoğunluk düzeyine göre meclisini örgütler. Kendisine ilişkin kararlaşmalara bu organ aracılığıyla ulaşır. Uygulama ve denetimini bu organ aracılığıyla yapar.

 

Fakat hiçbir meclis kendi görev ve sorumluluğu dışında kararlar alamaz, uygulama sahibi olamaz. Bir yerleşim alanın büyük-küçüklüğü ya da idari olarak birbirine bağlı olması da böyle bir hakkı doğurmaz. Elbette ki bu örgüyle şekillenen sistem üst üste, yan yana yığılmış örgütlerden oluşmaz. Her biri öz yeterliliği esas alır. Öz kararlaşmalara gider ve bu gerçeklikle birbirini besleyerek tamamlarlar. Her biri kendi kararlarını alabilen, uygulayan, öz yeterliliğe ve demokratik işleyişe sahip bir biçimde şekillenirler. Demokratik sistem böylesine birbirinden özerk örgütlenmiş yapıların eşgüdüm temelinde birbirini tamamlamasıyla şekillenir.

 

Özet olarak demokratik sistem birbirinden özerk örgütlenmiş komün ve meclislerin özgün birlikteliğine dayanır. Her komün ve meclis ise kadın-gençlik vb toplumsal katmanlar ile il, ilçe, mahalle vb. yerleşim birimlerine dayalı şekillenir. Bu nedenle güç ve iktidar belli merkezlerde ve kişilerin elinde toplanmaz. Yatay örgütlülük aracılığıyla eşit düzeyde tüm topluma yayılır.

 

Bu örgütlenme biçimi sadece demokratik özü itibariyle değil, aynı zamanda toplumun yüksek sorumluluk bilinci ve gönüllü katılımına dayanır. Çünkü dikey örgütlemenin aksine yatay örgütlülük sadece bazı temsilcilere değil, tüm toplumun katılımı üzerine yükselir. Herkesin söz, yetki, karar süreçlerine katılması kadar yüksek bir sorumluluk duygusuyla hareket etmesini ve yaşamasını öngörür.   Kürt toplumunda teorik-felsefi düzeyde yaşanan değişim örgütsel alana da bu tarzda yansımıştır. Bu değişimin sonucu Kürtler kendilerini devlet odaklı çözümlerden arındırmışlardır. Kürtlerin devlet kurmaktan vazgeçmeleri güçsüzlükten değil, bu değişim sürecinin sonucudur. Güçlenmenin ve özgürleşmenin yolunu demokratikleşmede toplumsallaşmada ve devletsizleşmede görmelerindedir. Demokratikleşme ve toplumsallaşma eşdeğer süreçlerdir. Kürtlerin bugün esas aldığı ölçüler bunlardır.

 

 

3) Değişim ve strateji;

 

 

1960 ve 70’li yıllarda dünya genelinde mücadele yöntemi devrim-karşı devrim diyalektiğine dayalıdır. Ezilen halklar ve sınıfların esas aldığı devrim ve ulusal kurtuluşçuluktur. Kapitalizmin nispeten geliştiği yerlerde ayaklanmaya dayalı devrimler öngörülürken, birçok alanda da uzun süreli halk savaşı ve ulusal kurtuluşçuluk esas alınmıştır. Egemenler ise bu gelişmeleri durdurmak için oligarşik yönetimler yâda faşizme başvurmuşlardır. PKK’nin çıkışında esas aldığı strateji büyük oranda bu konjektürel gelişmelerin izini taşımıştır. Sosyalizme dayalı nihai amaç ile ulusal kurtuluşçuluğu barındıran asgari amaç Kürdistan’da devrim biçiminde somutlaştırılmıştır. Bu devrimin stratejisi ise uzun süreli halk savaşı biçiminde belirlenmiştir. Bu durum stratejik savunma, denge ve saldırı aşamaları olarak detaylandırılmıştır. Bu çerçevede silahlı örgütlenme ve mücadele başlatılmıştır. Devletin baskı ve yasakları sonucu siyaset silahlar eşliğinde yapılmıştır. 1990’li yıllara kadar bu strateji doğrultusunda mücadele yürütülmüştür. 90’li yılarda başlayan değişim süreci kuramsal düzeyde somutlaşıp, örgütsel modellere yansıdığı oranda mücadele stratejisinde de değişim yaratmıştır. PKK’nin Çıkışta esas aldığı ulusal kurtuluşu uzun süreli halk savaşı stratejisi ile gerçekleştirme 2000’li yılarda köklü bir biçimde değişmiştir. Parti komutasında cephenin siyasal mücadelesi ile ordunun stratejik savunma, denge ve saldırı aşamalarına dayanan silahlı mücadele formülasyonu temelde değişime uğramıştır. Değişimle halkın meşru-demokratik mücadelesi temel mücadele yöntemi halini almıştır.  Silahlı mücadele meşru savunma ile sınırlandırılmıştır.

 

 

 

 

YİTİK KUŞAĞIN İSYANI

 

 

 

Hukukçu değilim, devleti ve hukuku okullarda yâda kitap sayfalarında değil, bizzat hayatın içinde öğrendim. Sosyalizme dair tercih ve muhalif duruşum nedeniyle hayatım işkencehanelerde sorgulanmak ve üniformalı-üniformasız olağanüstü mahkemelerde yargılanmakla geçti. “Terörizm” suçlaması ile şimdiye kadar değişik tarihlerde toplam sekiz(8) kez gözaltına alındım. Çoğunluğu işkenceli olmak üzere aylarca sorgularda kaldım. Sorgu evlerinde her seferinde ailemi, dostlarımı, arkadaşlarımı kapsayacak biçimde, kimle, ne zaman, nerede konuştun, görüştün, buluştun, ne yaptın vb sorgulanmasına muhatap oldum. Bu kapsamda her seferinde düşünce ve duygu dünyam didik-didik edildi. Bu sorgulardan sonra dört kez tutuklandım. Her tutuklanma ve gözaltı bir sonrakine hem dayanak, hemde davetiye oldu. Sabıka kayıtlarıma kazınan gözaltı ve tutuklanmalar devlet nezdinde suçluluğumun kanıtlarına dönüştü. Gözaltı ve tutuklanma süreçlerinde en ilginç olan ise dava dosyalarında, yâda emniyet sorgularında bile yöneltilmeyen suçlamaların basında manşetlere taşınmasıydı. Çarpıcı olduğu için bir örneği detaylandıracağım.2008 yılında İstanbul’da yakalandığımda emniyete öz geçmişim, neden sık-sık yurt dışına gidip geldiğim, dosyada bulunan bir resim ve KCK ile ilişkimin olup-olmadığına dair toplam dört soru soruldu. Bunlardan iki soruya cevap verdim. Öz geçmişin soruşturma ile alakası yok diyerek cevaplandırmayı ret etim. Bir soruda da susma hakkımı kulandım. Sonrasında mahkemede tutuklandım.

 

Bu tutuklanma zaman ve star gazeteleri başta olmak üzere bir çok gazetede manşetten verildi. PKK’nin ikinci adamı yakalandı, Türkiye’deki tüm Olayların talimatını veren kişi emniyettin başarılı operasyonu ile elle geçirildi biçiminde manşetler atıldı. Emniyet sorgusunda, savcılıkta ve yargılama aşamalarında sorulmayan, gündeme gelmeyen ve dosyada yer almayan onlarca ağır suçlama basında yer aldı. Bazı gazeteler işi daha heyecanlı hale getirmek için sahte pasaportla yakalandı vb dediler. Bu yakalanmada yaklaşık 8 ay sonra çıkarıldığım ilk mahkemede tahliye oldum, ardında da berat etim.

 

Benim için eskiden devlet işkencehanelerde hiçbir örtüye, maskeye gerek duymadan, en çıplak ve acımasız haliyle işkence yapan kodlandırılmış görevlilerdi. Zamanla bu görevlilerin yerini komplo, entrika yapan, suç delili oluşturan, bunlarla iddianame hazırlayan ve bu iddianamelerle faşizmi kurumsallaştıran görevliler aldı. Bundan dolayı genelin aksine devleti de, onun yüzünde maske işlevi gören hukuku da Platon’dan, Hegel’den değil, bu işkenceli sorgu süreçlerinde, istihbarat örgütlerinin yakaladığı muhalifleri basın aracılığı ile linç ettiği kampanyalarda ve hapishanelerde-mahkemelerdeki zülüm uygulamalarıyla öğrendim.

 

Ardahan’da Dünyaya geldim. Kendi halinde bir aile ortamında büyüdüm. Yaşayıp büyüdüğüm çevre, sınırsız zor kullanılarak, Tedip-Tenkiller uygulanarak, toplu ölümler ve sürgünlerle sonuçlanmış, Ağrı isyanının açtığı derin yaraların hala kanamaya devam ettiği bir ortamdı. Şairin deyimiyle “Koskoca kırk yıl geçse de aradan, kurtlar hep kan içmişti yaradan”. Geçmişte yaşanıp da güncele taşınanlar hiçbir zaman tarihsel bir yüzleşme ve hesaplaşmaya tabi tutulmamıştı. Bu yüzden gizlenmek istenenler her geçen gün biraz daha büyüyen, dizginlenemez hale gelen, vicdan ve bilinci kemiren öfkenin beslendiği zemini oluşturuyordu. Tarihte yaşanan her şey, hayat bulan her haksızlık, adaletsizlik, korku dolu bakışlar, kısık sesler ve kulaktan kulağa fısıldaşmalarla kuşaktan-kuşağa aktarılıyordu. Tüm bunlar ne zaman, nerede ve nasıl patlak vereceği belli olmayan bir isyanın mayasına dönüşüyordu. 

 

Dünyaya geldiğim, büyüdüğüm ortamda geçmiş her şeyiyle yok edilmişti. Geçmişsiz bir şimdinin içindeydik. Bir halkın yazılı tarihi yok edilmiş, dillere kilit vurularak sözlü tarihin oluşması engellenmişti. Sadece tarihin değil, yaşanan acıların bile dilden dile, kuşaktan kuşağa aktarılması engellenmeye çalışılıyordu. Fakat gayrı resmi ya da resmi yalanlar ve asimilasyonla yok edilmek istense de gerçek her zaman inatçıdır, hayata tutunur ve yok edilemez. Tüm zalimce uygulamalara rağmen Kürdistan dada gerçeklik yok edilememişti. Geçmişte yaşananlar neden-sonuç ilişkisi kurulmadan da olsa güncele taşınmıştı. Nedenlerini, nasılını, en önemlisi de ne yapacağımızı bilmesek de yaşananları öğrenmiştik. Dedelerimizin-nenelerimizin isyan ettiğini, tüm isyanların acımasızca bastırıldığını ve kendi yurdumuzda yurtsuzlaştığımızı anlamıştık.

 

Böylelikle isyanlar ve sonrasında gelişen Tedip-Tenkillerin oluşturduğu mirastan payımızı almıştık. Bu yaşanmışlıkların oluşturduğu kültürden beslenmiştik. Anne-baba, dayı-amca velhasıl çevremizdeki insanların gözlerindeki korkunun nedenini anlamasak da, hıçkıra- hıçkıra söylenen ağıtları ve isyan anına dair kısık sesle anlatılan hikâyeleri dinlemiştik. Kuytu köşelerde ya da uzun kış gecelerinde kısık sesle, korku dolu gözlerle anlatılan bu hikâyelerin yitik kuşağın geneli gibi benimde şekillenmemde ve sonraki politik tercihlerimde önemli yer tuttuğu bir gerçektir. Tüm bunlar adeta kuşaktan-kuşağa devredilen bir mirastı. Bu nedenle güncelde yaşadıklarım bir ilk değildir, tarihsel olanın bir kez daha tekrarlanmasıdır. Hayat bulanlar kara kışın son günleri gibi görünse de, zaman-zaman kesintilere uğramış, ama içten-içe hep yanmaya devam etmiş, yaraların bir kez daha dağlanmasıdır. Cumhuriyete yaşıt bir isyanın kabuk bağlamış yaralarının 21. yüz yıl şafağında bir kez daha kanamasıdır.

 

Yaşadığım bölgede geçmiş isyanlara, yaşanan katliamlara dair yüzlerce hikâye ve efsane üretilmiştir. Bunlar elden-ele, dilden-dile dolaşarak, kulaktan-kulağa fısıldanarak zamanla hayatın birer gerçekliğine dönüşmüştür. Gerçekten ne kadarı yaşanmış, ne kadarı efsane hiç kimse bilmez. Fakat herkes anlatılanlardan fazlasıyla payını almıştır. Tüm yaşıtlarım gibi ben de bu ortamdan payımı aldım, etkilendim.  İçten içe bilenen bu öfke ve sessizce büyüyen isyan ortamı kişiliğimin şekillenmesine damgasını vurdu. Bu nedenle benim için devlet demek her daim haki renkli üniformalarıyla asker-polisin temsil ettiği yasaklar-baskılar, Zulüm, işkence ve göç yolları demekti.

 

Yaşananları görmeye, düşünüp algılamaya başladığım, çocukluktan gençliğe adım attığım süreç aynı zamanda karabasanlı günlerin başlangıcı ve faşizmin miladı 12 Eylülün en acımasız günleridir. Bu dönemde ülkede kurumsallaşan faşizm tüm uygulamaları ile pervasızdır ve sergilenen zulüm, dizginsizdir. Alacakaranlık, hayatı çepeçevre sarmalamıştır. İşkence yaşam biçimine dönüşmüştür. Toplumun tümü potansiyel suçludur. Ülke bir açık hava hapishanesine dönüşmüştür. Mamak-Metris ve Diyarbakır cezaevleri başta olmak üzere tüm cezaevleri, sorgu evleri birer işkence laboratuarına dönüştürülmüştür. Burada tüm renkleri, sesleri ve sözleriyle hayat anlamını yetirmiştir. Özet olarak bu dönem bir deprem anı, bir altüst olma zamanıdır. Kayıt altına alınan ya da alınmayan zulümler, işkenceler, trajediler kadar yakın tarihin satır aralarında kaybolmuş olağanüstü direnişler ve büyük fedakârlıkların yaşandığı bir dönemdir.

 

Annesi-babası işkencelerde katledilmiş, şairin deyimiyle kaşı destan, gözü destan, elleri kan içindeki bebelerden sadece birkaç yaş büyük olsam da bu süreçte işkencehanelerde yükselen feryatları duyuyor, insani olan her şeyi yok etmeye endekslenmiş uygulamaları anlıyordum. Bulunduğum yerde nereye baksam, hangi yöne dönsem hayatın yasak, baskılardan ibaret bir cendereye dönüştüğünü, buna itiraz eden herkesin işkencelere tabi tutulduğunu, bedenen sakatlandığını ve ruhen çökertildiğini görüyordum. Tüm bunları görmek, duymak, tanıklık etmek daha gençliğimin ilk yıllarında ve hayatın baharında iken ölümlerden- ölüm beğenmektir. 12 Eylül faşizmin alaca karanlığında tüm bunları görme- duyma ve tanıklık etme talihsizliğini yaşadım. Bu zulümlü günlerin silsilesi içinde ölümler, gözaltılar, işkenceler, kıyımlar ve yasaklar gölgesinde büyüdüm. Bu nedenle O günün yükselen feryatları içinde ant içtim, yemin ettim. Yaşananları asla unutmayacağım, faşizmin, sömürünün, yasak ve baskıların olduğu yerdeki bir yaşamı kabul etmeyeceğim dedim. Salt geçmişe takılarak hayatın kurulamayacağını biliyorum. Yinede gerçeğin bu olduğunu kabul etmek zorundayım. O günden sonra benim için devlet yasak, baskı, zulüm ve tüm bunları uygulayan haki renkli üniformalardan ibaretti. Bu nedenle hayatım boyunca benim için haki renkli üniformalar ve bunların çağrıştırdığı her şey yaşatılan acıların aynası işlevi gördü. Bundan dolayı her karşıma çıktıklarında, her tarihsel kesişme anında tekrar-tekrar kabuk bağlamış yaralarımı kanatırlar.

 

Dağlar memleketi olarak adlandırılan bir iç ülkede hayata atıldım. Fakat ülkede tüm zamanlar boyunca hayatın dinamizmi resmiyetle boğdurulmuştu. Çünkü resmi olan her şey yalandı. Gerçek olanlar ise yasaktı. Baskı ve zulüm nedeniyle resmi olanla, gerçek olan hep çelişki halindeydi. Resmi olanla-gerçek olanın hep çelişki-çatışma halinde olduğu bu ortamda kişiliğim şekillendi. Buradaki hayatın resmi yüzünde dil, kimlik, kültür, düşünce, özgürlük ve adalete dair her şeyin yasaklanması yer alıyordu. Sınıfsız, imtiyazsız toplum yalanıyla özetlenen faşizan uygulamalar bu kapsamda hayat buluyordu. Ki, bu durum bugünde çok fazla değişmiş değildir. Madalyonun diğer yüzü misali hayatın diğer yanını ise yoksulluk, sefalet ve bunların sürekli besleyip-büyüttüğü cehalet oluşturmaktaydı. Düşünmeyen- konuşmayan ve devletin resmi kayıtlarına göre var olmayan, yaşamayan bir topluluğa mensuptum. Buradaki hayat yasaklar ekseninde kurulmuştu. Dil, kimlik-kültür yasaktı. Özgürlük ve adalet yoktu. Bu yüzden hayat anlamını, düşünce gizemli gücünü, dil ise şiirsel konuşma tılsımını yitirmişti.

 

Yaşadığım ülkenin tarihi Zalim Dehaqa başkaldıran Demirci Kawa’dan, 12 Eylül faşizmine başkaldıran ve direnişin bayrağı haline gelen Devrimci Kawa Mazlum Doğan’a uzanıyordu. Sümer-Urartu gibi çok sayıda uygarlığa tanıklık etmişti. Ama geçen zaman ve bu zaman dilimine kazınan talanlar tüm geçmişin üzerine bir kül yağmuru gibi yağmıştı. Gül bahçesini andıran renklerini soldurmuş, tüm zenginliklerini öldürmüştü. Bu anlamda çocukluğumun günleri hem geçmişten hem de gelecekten yoksundu. Ne araştırıp öğrenebileceğimiz bir tarihimiz kalmıştı, nede umudu, yaşama tutkusunu büyütecek gelecek ideali. Tedip-tenkil ve asimilasyonda somutlaşan zülüm uygulamaları hayatı çiçeksiz, zevksiz ve içeriksiz hale getirmişti.

 

Bu tabloyu yoksulluk, diz boyu yoksulluğu-ezilmişlik, kimliksizlik ve statüsüzlük tamamlıyordu. İşin özü bir iç ülkede, açık hava hapishanesine kapatılmıştık. Tüm yaşananlar ise bizim için birer kaderdi. Diyalektik bir şaşmazlıkla sürekli bir birini besleyen, büyüten ve birbirine dayanarak gelişen bu olgular hayatımızın kanununu oluşturuyordu. Yaşadıklarımız bunlardı. Bizi bekleyenler ise karartılmış bir geçmiş, renksiz bir güncel ve tanımsız bir gelecekten ibaretti. ‘yurdumuz vardı, yurtlar içinde ki biz yurtsuzduk. Dilimiz vardı diler içinde ki biz dilsizdik. Milyonlarcaydık, milyarlar içinde ki biz kimsesizdik.’ Binlerce yıldır kök saldığımız ülkemizde dilsiz, kimliksiz, statüsüzdük. Bunu değiştirmeye dönük her çabamız bölücülük-terörizm olarak yaftalanmıştı. Bu yaftalanma yeni zulümlerin, ölümlerin nedeni haline getirilmişti. Resmi ideoloji bizi azınlık olarak kabul etmiyordu. Bu yönlü değerlendirme-talepleri “Kürtler cumhuriyetin aslı kurucu unsurlarıdır” diyerek şiddetle reddediyordu. Fakat bu cumhuriyetin aslı kurucuları azınlıkların sahip oldukları haklardan bile yoksundu. Ne anadilini konuşabiliyor ve ne de ismini zikredebiliyordu. Bu kapsamdaki her talepleri ölümle, işkenceyle, yıllara varan hapislerle cezalandırılıyordu.

 

Bu ortamda hayatımız gerçekleşmeyecek vaatler, umarsız söylemler, sahte kurtuluş efsaneleri ile zehirlemişti. Devletler nezdinde ve onların resmi kayıtlarında Kürt yoktu. Evrimini tamamlamamışların karda yürürken çıkarttıkları kart kurt sesleri vardı. Kürtçe diye bir dil yoktu. Türkçe, Arapça, Farsça karışımı bilinmez bir dil vardı. Tabela düzeyindeki “bilim yuvası” üniversitelerin ve kerameti kendinden menkul bilim adamlarının ürettiği Güneş dil teorisi vardı. Tedip-tenkil, asimilasyon ve bunların üzerinden yükselen inkâr vardı. Tüm bu uygulamaların muhtevasının oluşturduğu dört başı mamur faşizan uygulamalar ve bu kapsamda yüz yıl boyunca söylenen yalanlar vardı. Zamanla mitomani hastalığı misali söylenen bu yalanlara herkesin inanmışlığı vardı. Kürtler söz konusu olunca Devlet bu zemin üzerinde yükseliyordu. Tüm bunlar devletin resmi söylemine dönüşmüştü. Bizler de söylenen resmi-gayrı resmi bu yalanlara kolayca kanmış, inanmıştık. Söylenecek yalanlara da inanmaya hazırdık. Dövüşmeye, kavgaya tutuşuyor ve her an isyana hazırdık. Ama kendi özgürlüğümüz için değil, çoğu zaman yüzünü görmediğimiz, dilini bilmediğimiz coğrafyadaki yerinden bihaber olduğumuz din-iman kardeşlerimiz içindi isyanımız.

 

Gün oldu halk olarak, tarikatların, cemaatlerin sözüne kandık, her emrine amade müritlerine dönüştük. Gün oldu siyasal grupların en ön safında mücadele ettik. Kıbrıs’ta savaştık, Kore’de hiç uğruna öldük. Kore’de, Kıbrıs’ta savaşırken ne gözlerimizde uzak bir mutluluk ülkesi, ne de bu ülkenin ufuklarında parıldayan yıldızlar vardı. Hiçbir zaman umut etmeyi, umudu büyütmeyi düşünmemiştik. Hep başkalarının yaratığı umut yanılsamaları ile yaşamış, yıldızlar ülkesinde ışıksız -zifiri karanlıklar içinde kalmıştık.

 

Bu ortamda umutsuzluk, karamsarlık ve yılgınlık hayatımızın siyam ikizlerine dönüşmüştü. Sonra günün birinde tesadüfler ya da hayatın öğretisi bir kez de olsa tarihe ve ülkemizde patlak veren isyanlara, bunların yazgısına kendi gözlerimizle bakmayı öğretti bize.  Kendi ela, mavi, kara gözlerimizle bakınca hayata, halkımızın tarihini, kendimizin talihsizliğini gördük. Tarihe, hayata ve yaşadıklarımıza bir kez sorgulayıcı bakınca tarih boyunca yok sayılmış kimliğimizi ve bu yok saymanın yarattığı kimliksizliğimizi keşfettik. Yaşanan yoksulluğun, sefaletin ve eşitsizliğin bir kader olmadığını anladık.

 

En önemlisi de “Çocuk masumluğundan katil yaratan alacakaranlık” iklimi gördük. Ülkenin her alanında çetelerin köşe başlarını tuttuğu, faili meçhullerin hayata pusu kurduğu, statükonun kutsandığını ve özgürlüğün günah sayıldığını, memleketimizde yaşam kanunlarının böyle işlediğinin farkına vardık. O andan sonra düşünmekten korkulacaksa, konuşmak yasaksa,  hayat mayın tarlasına dönüşmüşse, sisteme, onun uygulamalarına, geleneklerine, mülkiyet biçimine, aile kurumuna vb isyan etmek bir haktır dedik. İşte bundan sonra kendimiz olma ve kendi kimliğimizle yaşama arayışına girdik. Bu bize umudu aşıladı. Umuda dayanarak zorluklarla mücadele etmeyi, zalimlere karşı direnmeyi öğretti. Kişi olarak o güne dek, hissedip tanımlayamadığım, sezip de bilmediğim, bilip de dile getiremediğim, duyguları düşünceleri gerçekçi bir tarzda tanımlamayı ve bir şiir tadında olmasa da dile getirmeyi öğrendim.

 

En önemlisi bu gelişme yitik kuşağa mensup birçok kişi gibi bana da sorgulamayı ve düşünmeyi öğretti. İnsan bir kez halkların tarihi ve yaşananları sorgulamaya başlayınca sistematik düşünmesi ve arayışlara çıkması kaçınılmaz hale gelir. Bu durum aynı zamanda insanın kendi kendini keşfetmesidir. Bu konuma gelen insan yok edilebilir, ama asla mağlup edilemez. Böyle bir insan asla zalime boyun eğmez, namerde teslim olmaz. Çünkü hiçbir kuvvet, düşünceyi-arayışı güç, bomba ve polis zoruyla yenmemiş, yenemez. Bir düşünce sistemi, değerler silsilesi ancak ondan daha iyi-güçlü sistemli ve daha yenilikçi başka bir düşünceyle yenilebilinir. İnsan düşündüğü ve düşüncesini örgütleme gücünü gösterdiği oranda kendi gücünün farkına varır, kişilik kazanır. Bu anlamda düşünmek bir alev gibidir. Bir kez kraterinden fırladığında düşüneni de, ulaştığı-bulaştığı yerleri de yakar.

 

Tarih boyunca tüm buluşların anası özgür aklın eseri eleştirel düşüncedir. Bu aynı zamanda cehaletin panzehiri ve aydınlanmanın parıldayan ışığıdır. Tasavvufçular bu durumu bilmek, bulmak ve olmak olarak adlandırırlar. Devrimciler ise aynı durumu arayış, buluş, arayış olarak tanımlarlar.  Şahsen düşünmeye başlayınca ve hayata sorgulayıcı gözlerle bakınca, bir başka dünyanın mümkün olduğunu gördüm.  Bu sorgulama, yeni arayışlara ve bu arayışlar da şahsımda kapitalist sömürü sistemine muhalif bir kimlik oluşumuna yol açtı. Kimsenin kimseyi ezmediği, tahakkümün, sömürünün olmadığı, herkesin eşit ve özgür yaşadığı, her kimliğin saygın kabul edildiği bir yaşam yaratma mücadelesinde bu arayış ve sorgulamalar sonucu karar kıldım. İdealleri, amaçları olan, bu uğurda mücadele eden bir yaklaşımla hayatımı anlamlandırmaya çalıştım. İnsanın hayatını böyle bir idealle adayabileceğine kanat getirdim. Böyle bir yaşama ömür adanabileceğine inandım. İnsan idealleri, umutları ve inançlarıyla özgürce yaşayabildiği oranda insandır dedim. Fakat biliniyor ki, güzel ve özgür bir yaşam için salt baskıları, kötülükleri görmek, reddetmek yetmez. Yaşanılır bir dünya kurmak için öncelikle tavizsiz ve süreklileşen bir mücadele vermek gerekir.

 

Kişi ancak daha iyi bir dünya düşü taşıdığı ve bu yönlü arayışlara girdiği oranda umut yeşertebilir. İnsanda umut yeşerdikçe mücadele azmi gelişebilir. Aksi taktirde sömürü de, zulümde kader olarak kabullenir. Statükoya ve onun her türlü uygulamasına teslim olunur. Kişi gittikçe umutsuzluğun girdabına sürüklenir. Umudunu yitiren kişi savaş meydanında ise teslimiyetin beyaz bayrağını sallar. Cephede yer alıyorsa düşmanının postallarına secde eder. Şehirlerin varoşlarında ya da meydanlarında ise direniş barikatlarını veya grev mekânını boynu bükük bir şekilde terk eder. Çünkü bu konumdaki biri yeni bir yaşam ve özgür bir ortam tasavvur edemez. Bu uğurda mücadele azmi-iradesi gösteremez.  

 

Burada savaş-barış, ölüm-yaşam, kahramanlık ya da korkaklıktan bahsetmek konumuz dışındadır. Bu nedenle uzun-uzadıya bu konular üzerinde durmuyorum. Sadece bu yönlü kimi vurgularda bulunacağım. Yaşadıklarımız sürgün, katliam ve asimilasyonla örülmüş acılı bir tarihin güncele taşınmış sonuçlarıdır. Kuşaktan-kuşağa devredilen kanlı bir mirastır. Bu nedenle bunların ana kesitlerini bile anlatmaya çalışsam kelimeler kifayetsiz kalır. Sözcükler tılsımını yitirir. Tılsımını yitirmiş sözcükler ise böylesine kanlı, trajedisi bol bir tarihçeyi anlatamaz. Anadil ya da ödünç alınmış bir dil hangisiyle anlatılmak istenirse istensin kelimeler yetersiz kalır.

 

Geçmiş-güncel ve gelecek diyalektiği içinde Kürt halkından, onun haklarından bahsetmek statüko bekçileri için suikastla-terörle eşdeğerdir. Yüz yıllık yalan perdesini indirmek, resmi tarihin rezaletini gözler önüne sermektir. Bundan dolayı bu olgulardan bahsetmek sadece mahkeme salonları ve yasalar karşısında değil, her yer ve zeminde hoş karşılanmaz, suç teşkil eder. Bu gerçekliği bilerek yaşadıklarımın kimi satırbaşlarını dile getireceğim.

 

1990’lı yıllarda 12 Eylül faşizminin kimi uygulamalarına son verilip, ülkedeki alacakaranlık dağılmaya başlayınca, halk ve ülke özgürleşecek diye umutlandım. Umudumu sözle, yazıyla ve değiştirmeye dair uğraşlarla yaşamsallaştırmak istedim. Bu kapsamda arayışlara girdim. Bu arayışlar beni sol-sosyalist düşünceler ve devrimci hareketlerle tanıştırdı. Yeni düşüncelerle tanışmak, bu kapsamda toplumu değiştirme çabasına girişmek benim için yepyeni bir dünyaya kapı aralamaktı.

 

Bu kapıda adım atığımda İyi niyet ve buna denk uğraşlarla her şeyin değişebileceğine, güzelliğin, adaletin ve hakikatin hakim hale geleceğine inanmıştım. Fakat daha ilk adımda yanıldığımı, mevcut sistemin kendisi tepeden-tırnağa değişmeden demokrasi-özgürlük-eşitlik vb. söylemlerin birer demagoji olacağına, yanılsama aracı olarak kalacağını gördüm. Çünkü kurumsallaşmış faşizm, sadece biçim değiştirmiş, daha karmaşık ve örtük hale getirilerek varlığını sürdürüyordu. Ülkede kurgulanan yaşam ve oluşan ortamda insanı sevmek günah, özgürlüğe tutku ile bağlanmak zina’ydı. Düşünmek ihanet, konuşmak teröristlikti. Ülkenin tüm yurttaşları şüpheli ve herkes potansiyel suçluydu. Herkes dinleniyor, izleniyor, fişleniyordu. Bir avuç silahlı-silahsız bürokrat kendini memleketin sahibi, tüm toplumu ise memleketi bölecek, düşman kategorisinde görüyor, toplumun her anını ve her davranışını denetlemek istiyordu. Bunlar toplumu solcu, dinci, Kürt, Alevi, Roman vb. kategorilere ayrıştırarak iç düşman biçiminde tasnif etmişti. Tüm bunları görerek, düşünme ve algılamaya başlayınca böyle bir ülke gerçekliğinde yaşamanın mümkün olmadığına kanaat getirdim. Adaletli-eşit bir ortam ve özgür yaşam arayışına girdim. Özgürlük-eşitlik ve insanca yaşama dair inanç-ideal ve amaçlarım doğrultusunda hareket ettim.  

 

Bu memlekette zulme, sömürüye, baskıya karşı hak, adalet ve özgürlük şiarıyla isyan etmek Şeyh Bedrettin’den Pir Sultan Abdal’a, Cumhuriyetin kuruluş yıllarında aynı amacı güden ve aynı akıbete uğrayan Mustafa Suphi’ye, 29 Kürt isyanından, Denizlere, Mahirlere, İbrahimlere ve Mazlum Doğanlara devredilen bir mirastır. Bu konuda zaman, mekân ve kişiler değişse de tutku ile özgürlüğe bağlanmak ve gerektiğinde bu uğurda isyan etmek değişmez olandır.  Anlattığım zaman dilimi içinde tarihsel zulme karşı ve özgür bir gelecek uğruna isyan bayrağının bir kez daha dalgalanmaya başladığından haberdar oldum. İsyan Kürt halkının yok sayılması ve azgınlaşan 12 Eylül faşizmine karşı başlamış ve kısa sürede ülkenin her yanına yayılmıştı. İsyan dalgası yayıldıkça başta gençlik olmak üzere tüm toplum derin sarsıntılar geçirmekteydi. Sistemle keskin bir kopuş yaşanıyordu.

 

12 Eylül koşullarında dünyaya gözlerini açan, işkencehanelerde yükselen feryatları nini biçiminde dinleyerek büyüyen, sorgu evlerini ve cezaevlerini daha hayatının baharındayken tanıyanlar 1990’lara gelindiğinde birere isyancıya dönüşmüştü. İsyan mekânı öncelikle yürek ve bilinçlerdi. Sömürge sistemin faşizmle nikâhlı yıllarında doğup-büyüyenler 1990’lı yıların isyancılarına dönüşmüşlerdi. Hayatın her alanında gençlik isyan edip dağların yolunu tutuyor ve mücadele bayrağını devr alıyordu. Kimisi sosyalizm idealiyle, bir kısmı ulusal kurtuluşçu amaçlarla, çoğunluğu ise birikmiş öfkeler ve intikam hırsı ile dağlara akıyordu. Ulusal inkâra, faşizmin zülmüne, yoksuluğa, sınırsız sömürüye duyulan tepki ile hayat biçimi haline gelen işkencenin bileylediği öfke gençleri isyana ve dağlara sevk ediyordu. Abdullah Öcalan önderliğinde PKK bayrağı altında İsyan edenler ülkenin her yerine yayılmışlardı. Yitik kuşaktan yaşıtlarım gibi aradım, isyancıları buldum ve saflarına katıldım.

 

İsyan, sömürgeci inkâra, asimilasyona, katmerleşen baskılara, adaletsizliğe ve diz boyu sömürüye karşı başlamıştı. İnkâra, sömürüye, yok sayılmaya, aşağılanmaya, baskı ve yasaklara karşı başlayan isyan, Yasakların, baskının, sömürünün olmadığı, bağımsız bir ülke ve özgür bir toplum yaratma amacına dayanıyordu. Ülkenin her yanında bayrağı dalgalanan İsyan, birçok yönü ile kişilerin yaşama ve ölme meydan okumaları, alay etmeleridir. Dolayısıyla mühendislik hesap-kitap işleri ile tarif edilmesi zordur. Giden hiçbir beklentiye kapılmadan, hiçbir hesap yapmadan gitmiştir. Nede olsa bu ülkede gitmek de, isyanda, tutkulu bekleyişlerde bir yaşam biçimidir. Giden geride bıraktığı her kes ve her şeyle tüm bağlarını koparmıştır. Geçmişte yaşanmış olanlar ve eskiye dair her şey geride bırakılmıştır. O güne kadar elde edilenler ve biriktirilenler miadını doldurmuştur. Geçmişe ait olanlar ya atılmıştır, yâda devrim yürüyüşünde taşınması güç hale gelen birer yüke dönüşmüştür. Anne, baba, kardeş, eş, sevgili yâda dostlar çok gerilerde kalmışlardır. Artık isyancı yepyeni bir kimlik ve kişilikle, yepyeni bir dünyanın kapısındadır. Yeni bir ülke ve yaşam yaratmanın öngününde, ilk adımındadır. Bu konumu ve uğraşları ile özgürlüğe sevdalı, ölüme nişanlıdır. Amaç, inanç ve düşüncesi ile toplumun parıldayan yıldızıdır. Hesapsız, kaygısız ve beklentilerden arınmış katılımı ile halkın feda ruhudur. Uzun bir maratonun yorulmaz koşucusudur. Doğayı, toplumları ve sınıfları anlama, tanımlama arayışçısı ve tanımlayabildiklerini değiştirme iradesidir. İsyancı için yaşamın kendisi bir savaştır. İsyancının savaşı kendisiyledir, acımasız doğa koşullarıyladır ve her an kendisini yutmak isteyen faşizm canavarıyladır. Özcesi isyancı, ‘insan zaaflarının esiri olmamalıdır’ diyerek ceza korkusunu ve ödül beklentisini hiçe sayandır. O dönemde isyan edenlerin ortak özellikleri böyleydi. Yitik kuşağın geneli gibi bende henüz çocuk denilebilecek yaşta iken bu duygu ve düşüncelerle isyancıların saflarına adım atım.

 

 

 

                 ESARET GÜNLERİ

 

 

İsyan edip gittiğim ortamı henüz algılayamadan, havasını tam soluyamadan daha özgürlüğün ilk adımda hayatın acımasızlığıyla karşılaştım. Henüz yürüyüşün ilk adımındayken zulmün ağına düştüm. Zulüm saltanatının etrafımda ördüğü ağlarına takıldım. Halk denizi içindeyken bir an da yapa yalnız kaldım. Gecenin örtüsü usulca çekilince nasıl ki kızıl şafak açığa çıkıyorsa, öylece orta yerde korunaksız kaldım. Kızgın güneşin altında kar misali eridim. Esen fırtınaların, boranların hedefi oldum. Yağan hüzünlü yağmurlarda ıslandım. Ve Sonbaharın yağmurlu bir gününde payıma uzun acımasız bir tutsaklık düştü.

 

 

Tuhaf bir mevsimdi o sonbahar. Sadece tutsaklığımın başlangıcı değil, hüzünlü hayatların, yarımlılıklar üzerine kurulu yaşamların, acımasız ayrılıkların ve işkenceli-infazlı günlerinde miladıydı. O, sonbahar: özgürce yaşanan günlerin sonlandığı andı. Kahramanların hayatına kıydığı zamandı.  Mahşeri devrim kalabalıklarının konaklandığı mekândı. O sonbahar; titrek eller tetik düşürerek binlerce insanı yere sermişti. Sokaklar-caddeler kan deryasına dönüşmüştü. O günlerin alaca karanlığında 17 binleri bulan faali meçhul cinayetler hayatı çepeçevre sarmış, esir almıştı. Ordunun-özel timlerin, JİTEM ve Hizbi-kontranın cinayetleri birbirini takip etmişti. Süpürme operasyonları köyleri-kasabaları yerle bir edip, yutmuştu. O sonbahar da sokaklarda, sorgu evlerinde işkence rutinleşmişti. Faşizmin vahşeti isyanı sonlandırmamıştı, ama toplumsal bünyede derin yaralar açarak ülkenin her yanına yaymıştı. Bu koşullarda tutsak düştüm. Aylarca sorgularda, yıllarca hapishanelerde tutuldum. Uygulanan işkenceye rağmen hayata kalmak bir mucizeydi. İşkence, zulüm ve tutsaklığa rağmen ölmeyen şanslılardan biri oldum.

 

 

1991 sonbaharının hüzünlü bir gününde PKK militanı olduğum iddiasıyla gözaltına alındım. Yakalandığım andan itibaren ellerim kelepçelendi, gözlerim bağlandı. Önce neresi olduğunu hiçbir zaman öğrenemediğim bir yerde, daha sonra ise İstanbul emniyet müdürlüğünde sorgulandım. Sorgunun ilk anından itibaren iç çamaşırlar dahil üzerimdeki tüm elbiselerim çıkarıldı. Çırıl-çıplak bir halde işkence mekânına alındım. Bu mekânda gece-gündüz gibi zaman kavramları, İsimler, kimlikler vb yoktu. Her şey numaralandırılmış, her kes kodlandırılmıştı. Bu nedenle gözaltı süresi boyunca işkence yapanların ne isimlerini öğrenebildim, ne de yüzlerini görebildim. Orada kaldığım süre boyunca gözlerim kapalıydı. O mekânda kişiler, isimler yoktu. Tutsaklar numaralandırılmış, işkenceciler kodlandırılmıştı. Bu nedenle daha dün gibi sesleri kulaklarımda yankılansa da ‘46’, ‘çorbacı’, ‘Tatlıses,’ ‘komutan’, ‘tirbuşon’ vb. kodlarla tanımlanan-çağrılanların nasıl birer yaratık olduklarını göremedim. Ruhları kirlenmiş, duygu dünyaları çoraklaşmış, insani tüm özelliklerini tüketmiş olsalar da bunlar da insandı. Her hangi birimiz gibi elleri, yüzleri, gözleri olan, düşünen, hisseden, konuşan birer insandılar. Belki bir parça onların günahlarını aklamak gibi olacak ama zaman ve koşullar onları devlet denilen zulüm makinesinin birer dişlisi olmaya sevk etmişti. Onlara sistemin muhaliflerine işkence yapma görev olarak verilmişti.

 

İşkence yapmak; duygusu-hissi kalmamış, insanlıktan çıkmış bu kişilikler için bir iş, bir ekmek kapısıydı. Bütün mesele buydu. Onlar yapmazsa, bu işi yapacak birileri mutlaka bulunurdu. Hiç kimse kötü bir insan olarak dünyaya gelmez. Her çocuk doğuşta masumdur. Ve çocuklar bu masumiyetleriyle güzeldirler. Buradaki işkenceciler de bir zamanlar ışıldayan gözleri ve masumiyetleriyle çocuktular. Ama yaşadıkları koşullar onları açlıkla terbiye eden devlete memur olmaya itmiş ve onlara işkence yapma emredilmişti. Yaptıkları işkencelerle zamanla ruhen-bedenen kirlenerek tepeden tırnağa kötülük timsali haline gelmişlerdi. Tüm insani özelliklerini yitirerek birer et ve kemik yığınına dönüşmüşlerdi.

 

Bu tiplerin yürüttüğü işkenceli sorgu süreçleri sonucu ruhumda-bedenimde kalıcı hastalıklar oluştu. Devletin vücuduma-ruhuma kazıdığı bu nişanı halen taşıyorum. İşkenceli sorgunun ilk adımı Filistin askısıdır. Kişinin kolları iki yana açılarak beşe on biçimindeki bir tahtaya, battaniyeye benzer yumuşak bir nesne ile sarılarak bağlanıyor. Bağlama işinden sonra kişinin kollarının bağlı olduğu tahta uçları iki ayrı büro dolabının üstüne konuluyor. Böylelikle ayaklar yerden kesiliyor. Havadan asılı olan kişinin bu halde ne kadar tutulduğunu bilmesi mümkün değil. Çünkü bu durumdaki her saniye kişiye gün, hatta hafta gibi gelir. Askıya alındıktan bir süre sonra kişi başının gövdesinin içine gömüldüğünü düşünür. Nefes alıp-vermekten zorlanmaya başlar. Devamında her şey bulanıklaşır. Baygınlığa yeni bir işkence yönteminin devreye girmesi son verir. Yeni yöntem elektriktir. Cinsel organa ve ayak küçük parmağa bağlanan kablolarla verilen elektrik adeta bağlı olduğu yeri koparıyormuş gibi acı verir. Bir süre sonra kişinin vücudunda kan ve su kurumaya başlar. Vücuttaki Kan ve su gerçekten kuruyor mu, yoksa kişi mi böyle bir hisse kapılıyor bilebilmek zordur. İlk başta dayanılması zor bir acı yaratan elektrik zamanla vücut hissizleştikçe kişi üzerindeki etkisini yitirir. Bunu yeni bayılmalar takip eder. Bayılmayı askıdan indirilerek tazyikli su altına alma izler. Tazyikli su değdiği yeri kurşun gibi deliyormuş etkisi yaratır. Eller çıplak vücudu tazyikli sudan korumak isterken kendilerinin daha fazla korunmaya ihtiyaç duyduklarını fark ederler.

 

Tazyikli su işkencesini, felce yol açmasın diye kişiyi zorla yürütme veya koşmaya zorlanması tamamlar. İşkencede bırakalım yürüme-koşma ayakta kalacak hali kalmayanları daha feci bir yöntem bekler. Direniyor, inat ediyor diye cinsel organa ip bağlayarak kişiyi yürütme. Tüm bu süreçlerde haya burma sürekli başvurulan yan bir işkence biçimidir. Yeniden bayılmalar, yeniden ters-düz biçimde askıya alınmaları buz battaniyesi, araba lastiğine koyup yuvarlama, lağım kuyusuna sarkıtma, çıplak haldeki kişinin koltuk altına sıcak haşlanmış yumurta koyma vb işkence yöntemleri izler. Bu tarzda kurgulanmış işkence günler-haftalarca devam eder. İşkence seansları süresince kişinin gözleri bağlıdır. Üzerinde iç çamaşır dahi yoktur. Uyku ve dinlenme anı koridorlarda kalorifer borularına kelepçelendiği zamandır.

 

Her vardiya değişiminde çırılçıplak haldeki kişi bir ceset gibi koridora sürüklenir, orada kalorifer borularına kelepçelenerek bağlanır. Bu zaman dilimi işkenceciler için nöbet değişimi, işkence altındaki kişi için ise dinlenme anı ve uyuma zamanıdır. Bu anlar  bazen de tutsak kişinin felaketine dönüşür, koridorda gelip geçenler, gözü bağlı halde yerde yatana, hiç beklemediği anda, beklemediği bir yerine tekmelerle girişirler. Kişi, beklemediği bu tür saldırılarla bazen komaya girer, bazen de vücudunda birkaç kırıkla saldırıyı atlatır. İşkence yaraları kabuk bağlayıp kapansa da hiçbir zaman iyileşmez. İşkenceye maruz kalan kişi hayatın değişik zaman ve mekânlarında nedenli nedensiz bu yaraların tekrar -tekrar kanadığına tanıklık eder. İşkencenin tahribatı fiziki olmaktan çok ruhsaldır. Genelde fiziki olanın ömrü sınırlıdır, zamanla bir biçimde ayrıntıya dönüşür. Yaralar kapanır, hayal-meyal hatırlanır hale gelir. Ama ruhsal dünyada yarattığı sonuçlar dermansızdır,  buradaki yaralar asla iyileşmez.

 

 Uzun işkenceli sorgu günlerinden sonra çıkarıldığım Özel mahkemede üniformalı-apoletli yargıçlarca tutuklandım. Bir süre sonra ceza kanununun en ağır maddesine göre hakkımda dava açıldı. Aralık 91’de yargılanmam başladı. İstanbul 1.No’lu faşist DGM’de yıllarca süren yargılama sonucunda aleyhime herhangi bir kanıt bulunmadı. Buna rağmen adeta, gerilla-militan değilsen bile mutlaka üyesin mantığıyla yaklaşıldı. Örgüt üyeliğinden 15 yıl Ağır Hapisle cezalandırıldım. Bu ceza Türkiye’nin farklı cezaevlerinde infaz edildi.

 

Tutsaklığımın 1991–95 yılları İstanbul Bayrampaşa cezaevinde geçti. Bayrampaşa cezaevi rejimin muhalefeti ezme, zıttına dönüştürme, yok etme uygulamaları ile devrimcilerin buna karşı direnmesi itibariyle adeta yakın tarihin laboratuarı gibidir. Burası rejimin devrimcileri-muhalifleri tutsak alarak, rehin tutarak, bin bir karmaşık komplolarla, jandarma operasyonları, polis baskınları, provokasyonlar ile yok etmeye giriştiği uygulamalarıyla yakın tarihimize kazınmıştır. Türkiye tarihinde sarsıcı eylemlere imza atmış devrimciler, rejime muhalefet eden aydınlar, sendikacılar, solcular özcesi tüm muhalif kesimlerden yolu buraya düşmeyen yok gibidir. Rejim burayı başta sosyalistler, devrimciler olmak üzere tüm muhalefeti yutan bir canavar gibi tasarlayıp inşa etmiştir. Bayrampaşa cezaevi denilen yapı 5–6 bin insanı barındıran devasa bir mekândı. Yan yana iki ayrı cezaevi, bir devlet hastanesi ve büyükçe bir askeri kışladan oluşan bu devasa yapı yüksek duvarlar ve onun üzerinde göğe yükselen tel örgülerle şehirden ayrılmıştı. Cezaevi şehrin dışında kurulmuş olsa da zamanla büyüyen şehir burayı da yutmuş, cezaevini çepeçevre sarmıştı. Yüksek gri duvarları, örümcek ağını andıran tel örgülerinin yarattığı korkunç görüntü ile cezaevi adeta şehrin bağrına bir bıçak gibi saplanmıştı. Bu devasa mekân zulme dair uygulamalarıyla rejim karşıtlarını değiştirme, ıslah etme ve yeniden şekillendirme zeminiydi. Burada zor, baskı, işkence, hile, aldatma vb’leri zalimlerin yaşam kanunuydu. Tutsak kişiler bu yolla köklerinden koparılarak sistemin istediği tarzda yeniden şekillendirilmek isteniyordu.

 

Yenilen yemekten, içilen çaya-sigaraya, yapılan ziyaretten, yürütülen sosyal etkinliklere kadar hayat her şeyi ile bu amaca tabi kılınmıştı. Bu nedenle Bayrampaşa zindanı bir irade savaşı arenasıydı. Rejimin devrimcileri, daha genel olarak muhalefeti öğütme mekânıydı. Bu cezaevi böyle kurgulanmıştı. Fakat burada tutsaklık koşullarında yaşayanlar da direnişi yaşam biçimine dönüştürmüştü. ‘Direnmek yaşamaktır’ şiarı buradaki hayatın temel kanunuydu. Bu nedenle Bayrampaşa cezaevi zamanla farklılaşmıştı. Devrimcilerin yürüttüğü açlık grevleri, ölüm oruçları yâ da daha karmaşık eylemler buradaki zulüm makinelerinin dişlilerini bir-bir kırmış, cezaevini bir halk okulu, bir dayanışma merkezine dönüştürmüştü.  Özellikle 1990 larda ki direnişler Bayrampaşa cezaevini devrimcileri öğüten bir mekân olmaktan çıkarıp, devrim için militan yetiştiren bir akademi haline getirmişti. Böylelikle rejimin öğütme makinesi olarak inşa ettiği bu mekân zamanla devrimci direnişin merkezi haline gelmişti.

 

                                              “O zindan ki zincir sessidir şarkısı

                                                Her sözünde bin çığlık yükselir

                                                Her notasında bin öfke

                                                Her dizesinde bin isyan beslenir

                                                İsyan şiirlere

                                                Şiir yüreklere seslenir”

 

 

Bayrampaşa cezaevinin yaklaşık 2000 kişilik C blok bölümü siyasi tutuklular için ayrılmıştı. Burası da cezaevinin geneli gibi, iki katlı olarak inşa edilmişti. Alt katlar yemekhane, üst katlar ise yatakhane olarak düzenlenmişti. Koğuşlar elli kişilikti. Karşı- karşıya olan iki koğuş aynı havalandırmaya çıkıyordu. Dolayısıyla yüz kişiyi aşkın insan gün boyu birlikte kalıyordu. Ayrıca koğuşların ana koridora açılan kapıları da gün boyu açık tutuluyordu. Bu nedenle aynı gruptan ya da farklı gruplardan daha fazla insan yan yana gelebiliyordu. Ortak paneller düzenleniyor, sosyal kültürel etkinlikler yürütülebiliniyordu. Bu tür etkinliklere Kadın tutsaklarda katılabiliyordu. Burada hayat cezaevi idaresi ve onun yasa- yönetmenliklerinden bağımsız olarak düzenlenmişti. Her devrimci grup kendi amaçlarına ve ihtiyaçlarına göre bir yaşam- ilişki biçimi şekillendirmişti. PKK davası tutukluları için yaşam sabah 07 de sporla başlıyordu. Kahvaltı ile devam edip günlük kültürel, sosyal, eğitsel çalışmalarla gece saat 23’te tamamlanıyordu. Her şey tipik bir okul hayatına göre ayarlanmıştı. Cezaevinde sayıları 500 ile 600 arasında değişen PKK davası tutuklularının yanı sıra Dev- Sol, Dev-Yol TİKKO, MLKP, TİKB, MLSP/B vb sol gruplarda bulunuyordu. Burada onlarca farklı devrimci grup olsa da esas kitlesel sayı PKK, Dev-Sol ve TİKK O’CU lardan oluşuyordu.

 

Bayrampaşa cezaevinde kaldığım süre içinde Türkiye devrimci hareketlerinin muhtelif oluşumlarının tamamını tanıma şansım oldu. Farklı grupların saflarında mücadele eden umudun, sevdanın ve özgürlüğün tutkulu militanı bu devrimcilerle arkadaşlık yaptım. Davalarına olan sınırsız adanmışlıkları, büyük umutları ve sonsuz fedakârlıklarıyla onları tanıdıkça kendimi şanslı saydım. Bana göre onlar bu çağın, hatta tüm zamanların seçkin birer devrimcisiydiler. Babuşkin, Swertlow gibi örnek militanlarla boy ölçüşebilecek birer adanmışlık abidesiydiler. Bu toprakların gördüğü ve göreceği birer akıl, vicdan ve cesaret örneğiydiler. Adil olmayan zamanın ve keskin süreçlerin tümünde alınların akıyla çıktılar. Bu devrimcilerin çoğu daha sonraki süreçlerde açlık grevleri ölüm oruçları yâ da dışarı çıkınca çatışmalarda hayatlarını kaybettiler. Bu arkadaşlarımızla birlikte defalarca baskınlara, operasyonlara maruz kaldık. Operasyonlarda yerlerde sürüklenirken, öldüresiye dövülürken hep bir ağızdan sloganlar attık, marşlar söyledik, geleceği haykırdık. Baskın ve operasyonlar sonunda konulduğumuz soğuk ve ıslak hücrelerde acılarımızı öfkeye, öfkelerimizi dirence dönüştürdük. Açlık grevlerine birlikte katıldık. Özcesi tanıdığım bu insanların her biri, umutları ve idealleriyle baştan sona birer adanmışlık abidesiydiler.

 

İstesem de onları tarif etmeye kelime hazinem yetmez. Konuştuğum ödünç alınmış dille onları tanımlayamam. Bu nedenle onları tarif etmek için şair Murathan Mungan’ın dizelerine sığınacağım.

 

 “Sönmüş yanardağlar. Gecenin ormanında/ ilerleyen ölülerin rüzgârı;/ yanık fısıltılar…/ gelecek günlerin düşünü kuran/ kaç tarih çadır kurup sökmüş buradan/ yalnızlık kalmış yadigâr./ Bir de gökyüzü/ gökyüzünün mayınları yıldızlar/ hem saklar, hem açıklar/ Çobanyıldızı, Samanyolu, Kervankıran/ kapı komşumuzdu burada/ gittiği yerde de parlak mıdır bu kadar?/ şimdi menzili yurt tutanlar/ ne yollar, ne yıllardan geçeceksiniz. / Çiçek atın yenilmiş asillere/ Güvenin her çağda ve her yerde/ Uzakları iyi bilen çocuklara/ kenar adamlarına, ateş insanlarına/… Ay vurmuş alnına bütün ölülerin/ yatıyorlar kimsesiz koyaklarda/ ilk vuruldukları sıcaklıklarıyla/ sanki dokunsalar birinin omzuna/ hep birden, her şeye yeniden başlayacaklar/ ilerliyor gece, geçiyor ay/ nesnelerin boşalan dünyasında/ yer değiştiriyor aydınlık, tarih, mevsimler/ kimsesiz koyaklarda ölüler ve ay/ kulağında karanfil, teninde tarçın, gözlerinde göç var/.” 

 

Bu dizelerin bile onları tanımlayabildiğinden emin değilim. Çünkü Onlar tüm zamanların müstesna birer militanıydılar.

 

İlerleyen zaman diliminde büyük çoğunluğu açlık grevlerinde, ölüm oruçlarında, bir kısmı dışarı çıkınca devam etiği devrimci çalışmaları sürecinde polis baskınlarında, az bir kısmı da Cafer Cingöz, Aydın Hanbayat, Taylan, Murat gül, İbrahim yalçın vb. gibi gerillacılık yaptıkları dağlarda ya da şehirlerde hayatlarını kaybettiler. Tabii ki, halen cezaevinde olanlar, dışarıya çıkanlar ya da Avrupa’da mültecileşenlerde var. Özet olarak bu insanlarla tanıştığım, arkadaşlık yaptığım, aynı ortamda bulunduğum için hem kendimi şanslı gördüm, hem de her zaman borçlu hissettim. Bu nedenle o yaşanmışlıklara saygıyı, sadakati, hep insan olmanın gereği saydım, her şeyin üstünde tuttum. Burada hayat bulanları hiçbir zaman grupsal farklılıklar temelinde ele almadım. Acılar yaşayanın yüreğinde derin izler açsa da, ateş düştüğü yeri yaksa da, bu cezaevinde direnişler, isyanlar ve başka biçimde yüreklere kazınan iyileşmesi imkânsız yaralar hepimizindir, bu ülkenindir.

 

1995 yılının başında yeni açılan Ümraniye cezaevine sevk edildim. Burası da bir öncekini aratmayan devasa bir yapıydı. E tipi olarak adlandırılan cezaevi 5 katlıydı. Şehrin dışında kurulmuştu. 3–4 bin kişiyi barındıracak kapasitedeydi. Cezaevinin kurulduğu yer geçmişte şehir çöplüğü olarak kullanılan araziydi. Hatta cezaevi inşa sürecinde bu çöplük metan gazın sıkışması sonucu patlamış ve çevresindeki gece kondular da insanlar hayatını kaybetmişti. Ümraniye Cezaevi Bayrampaşa kadar olmasa da isyanlar, baskınlar, direnişler ve burada gerçekleşen firarlarla yakın tarihe iz bırakan bir mekândır. Burada onlarca ayrı devrimci sol grup aynı mekânı paylaşıyordu. Herhangi bir hapishaneden çok bir okul-kampus niteliğindeydi. Burada hayatın kendisi, ilişkiler ve özlem duyulanlar birer öğretmen işlevi görüyordu. Rejim buradaki uygulamalarla muhaliflerini ruhsal, düşünsel olarak teslim almak istiyordu. O güne kadar taşıdıkları düşünce ve inançlarından vazgeçirerek yeniden sisteme entegre etmek istiyordu. Bunun için başvurduğu yöntemler ve kullandığı araçlar oldukça karmaşık- fazlaydı. Cezaevine dönük polis ve jandarma baskınları, operasyonlar sıkça başvurulan sindirme yöntemleriydi.

 

Bu tür operasyonlarda Ümraniye cezaevinde onlarca devrimci hayatını kaybetti, yüzlercesi yaralanıp sakat kalmıştır. 1995 Aralık ta dört devrimcinin ölümü 250 den fazlasının yaralanmasıyla başlayan bu baskınlar, 19 Aralık 2000 yılında ki ‘hayata dönüş’ operasyonuyla zirveye ulaşmıştır. Rejim birçok cezaevi gibi burayı da pilot uygulama alanı olarak seçmişti. Genel uygulama rehabilite etmeye dayanıyordu. Bu uygulamayı periyodik aralıklarla devreye sokulan ölümcül saldırılar- operasyonlar destekliyordu. Bu politika ile amaçlanan, devrimcileri duygu – düşünce ve kişilik olarak eskitmek, muhalif olmaktan çıkarmaktı. Düşünmeyen, sorgulamayan, irade olamayan bir hale getirmekti. Diğer cezaevlerinde olduğu gibi rejimin buradaki uygulamaları ile amaçladığı buydu. Fakat Ümraniye Cezaevi’nde açığa çıkan sonuçlar, rejimin amaçladıklarının tam tersiydi.

 

Tutsaklar, burada dişleri – tırnakları ile adeta okyanus ortasında bir cennet yaratmıştı. Hapishane duvarları ve tel örgüler sadece tutsaklık ve özgürlüğün değil aynı zamanda iki ayrı dünyanın sınırlarını çiziyordu. Dışarının sömürüye, adaletsizliğe, tahakküme dayalı ilişki ve yaşamı hapishane duvarları ve kapısında son buluyordu. Göğe yükselen duvarların iç yanında havası-suyu, günü-güneşi, yaşamı-ölümü, dostluğu-düşmanlığı, ilişki-çelişkisi, arkadaşlık-yoldaşlıklarıyla apayrı bir hayat, hatta apayrı bir dünya vardı. Hangi grupta olursa olunsun, burada yaşayanlar ayrı- ayrı bedenlerde vücut bulmuş ortak duygu, düşünce ve kişiliklerdi. Bu nedenle buradaki paylaşımlar sınırsız, dostluklar sonsuzdu. Arkadaşlıklar, ilişkiler sevgi ve saygı da hesap yoktu. Bu nedenle bu ilişkilerde ki sevgi- saygı yozlaşmamış, bozulmamıştı. Her şey saf ve temizdi. Amaca tutku ile bağlanmak hayat kanunuydu. Hayatın diyalektiği tam da Latin Amerikalı şairin tanımladığı gibi “Burada yemede, içmede, edinmede ve uykuda en sonuncu, ama ölümde en birinci olmalısın.” Kuralına göre işliyordu. Her renkten, kökende, inançtan insan adalet ve özgürlük amacı etrafında birleşmişti. Bu cezaevinde kaç jandarma-polis baskınına uğradığımızı, kaç kez isyanın patlak verdiğini ve katıldığımızı şimdi hatırlamam mümkün değil. Özel olarak çetelesini tutmayan hiç kimse de bu konuda işin içinden çıkamaz.

 

Aynı durum açlık grevi ve ölüm oruçları için de geçerlidir. Burada kaldığım süre boyunca ne kadar insanla birlikte kaç kez açlık grevine girdiğimi, bunların kaç gün sürdüğünü hatırlamama imkân yok. Sadece Mehmet Ağar’ın Adalet Bakanlığı yaptığı dönemde bir yıl içinde toplam 173 gün açlık grevi yaptığımızı halen hatırlıyorum. Çünkü tüm önemli günlerde, bayramlarda açlık grevinde olduğumuz daha dün gibi aklımdadır. Bu sadece bir yıla özgü veya Mehmet Ağar’ın bakanlığına bağlı bir durum değildir. O dönemde sürekli yaşadığımız bir olguydu. O günlerin basın arşivlerine veya devletin tozlu raflarındaki küflü evraklarına bakıldığında kaç insanın kaç gün ölüm orucu ya da açlık grevine girdiği daha rahat anlaşılır. İşin özü, Ümraniye cezaevinde devletin baskıcı uygulamaları ve buna karşı direnişler, isyanlar hayatımızın ayrılmaz parçasıydı. Ümraniye de direnişsiz, isyansız bir hayat düşünülemezdi. Yüksek duvarları, örümcek ağını andıran tel örgüleri, kaçışları engellemek için kazılmış ve suyla doldurulmuş tünelleri ile tüm güvenlik önlemlerine rağmen sık-sık gündeme gelen firar girişimleri de üzerine durulmayı gerektirir niteliktedir. Ümraniye de onlarca kez tüneller kazıldı. kimi zaman elli, bazen yüz metreyi aşan labirent tarzında ki bu tünellerin her birisi farklı-farklı nedenlerle başarısızlığa uğramıştı. Bazen bir sel baskını, aşırı yağışlar, bazen cezaevine yapılan ek bölümler için açılan temelden, bazen de 19 Aralık operasyonunda olduğu gibi duvarlar ya da toprak çöktüğü için bu tüneller açığa çıkıyordu.

 

Tünel kazmanın dışında duvarlar da, korkuluklarda pencere kenarlarında yapılan, zamanla yer değişikliği ya da deşifre olmuş kaygısıyla değiştirilen zulalarla cezaevinin her yanı delik deşik edilmişti. Ümraniye de onlarca firar girişiminden sadece biri başarıya ulaşmıştı. Ziyaret kabininin demir kafesi ve kurşungeçirmez camı kesilerek buradan gerçekleşen firar ile dört devrimci özgürlüğüne kavuşmuştu. Birkaç ay süren dikkatli ve hassas çalışma sonucu ziyaret kabininde özgürlüğün kapısı aralanmıştı. Ziyaret kabininin demir parmaklıkları ve kurşungeçirmez camı aylar süren bir çalışmayla kesilerek özgürlüğe açılan kapıya dönüşmüştü. Tüm hazırlıklarda sonra bir ziyaret günü devrimciler açılan bu kapıdan tek-tek dışarı çıkmış, her çıkanın yerine bir ziyaretçi içeri alınmıştı. Çıkan devrimci ziyaretçinin kimliğini isteyerek hiçbir şey olmamış gibi bir anda kendini dışarıda bulmuştu. Dört kişi bu kurgu temelinde özgürlüğe kanat çırpmıştı. Bu yolla firar edecekler, idare tarafından tanınmayan ve bilinmeyen kişiler arasından seçilmişti.

 

Fakat TİKB öncesinde temsilcilik yapmış olan Adem isimli bir devrimciyi firar edeceklerin listesine koymuştu. Beşinci kişi olarak Adem girişimde bulununca tanınıp yakalanmıştı. Böylelikle cezaevinde alarm verilmişti. Alarm verilmesini kapıların kapatılması izlemişti. sonrası soruşturmalar, yargılamalar bu durumu takip etmişti. Bu örnek dışında Ümraniye cezaevinde özgürlüğe ulaşma çabaları hep başarısızlığa uğramıştı. Her firar girişiminin sonu mutlaka operasyondu. Her operasyon da ölüm ve yaralama demekti. Firarlar başarılı olsun ya da olmasın açığa çıktığı anda operasyonlar başlıyordu. Jandarma ya da polisten oluşan operasyon gücü önüne çıkan her şeyi yakıp-yıkarak amacına ulaşıyordu. Operasyonların tek nedeni firar girişimleri değildi. İsyan, arama ya da daha basit nedenlerle de operasyon yapılabiliyordu. Ümraniye cezaevinde kaldığım sürece kaç kez operasyona maruz kaldığımızı, bu baskınlarda kaç kişinin hayatını kaybettiğini, kaçının yaralanıp sakat kaldığını şimdi tam olarak hatırlamam mümkün değildir. Operasyonların kimisi bir gün, bazıları ise bir hafta on gün sürmüştü. Bu baskın ve operasyonlarda hatırlayabildiğim kadarıyla 17 devrimci hayatını kaybetti, yüzlercesi yaralandı, onlarcası da sakat kaldı.

 

Ümraniye’de kaldığım süre boyunca jandarma-polis baskınlarının yanısıra ölüm oruçlarında ve politik bir tutum olarak gelişen, kendini yakma eylemleri sonucunda onlarca devrimcinin hayatını kaybetmesine tanıklık ettim. ‘Hayata dönüş’ operasyonunda “Hoşçakalın yoldaşlar” diyerek bedenini ateşe veren ve biran da alev topuna dönen DHKP/C’li devrimci Ahmet İbil ile Sn. Öcalan ve Kürtlere karşı yürütülen linç kampanyasını protesto etmek için bedenini ateşe veren PKK’lı Mehmet Aslan isimli gencin eylemleri tutsaklığımın Ümraniye kesitinde bilincime kazınan acısı tarifsiz olanlardır. Ümraniye’de değişik tarihlerde gelişen operasyonlarda ve ölüm oruçlarında hayatını kaybedenlerin yansıra kendini yakma eylemlerinde de arkadaşlarım hayatını kaybettiler.

 

Her ölüm erken ölümdür ve geride kalanlar için tarifi imkânsız acıdır. Cezaevlerindeki ölümler ise bunun katmerleşmiş halidir. Cezaevinde bir operasyon anında yere yatırılarak dövüle-dövüle öldürülmek, ölüm oruçlarında dirhem-dirhem eriyerek ölmek, ya da bedeninde ateş yakıp alev topuna dönüşerek hayata elveda demek, acıların en acı olanı ve ölümlerin en dayanılmazıdır.

 

Ümraniye’deki tutsaklık günlerimde tüm bu ölüm biçimlerine tanıklık etim. 14 Aralık operasyonunda 4 devrimci dövülerek öldürüldü. Yüzden fazlası ağır biçiminde yaralandı. Yaralananlardan çoğu sakat kaldı. 1998 yılındaki süresiz açlık grevinde dört devrimci hayatını kaybetti.  Ara dönemde saldırıya uğrayıp ölenler de oldu. Hayata dönüş operasyonunda ise Ümraniye de 7 devrimci öldürüldü, yüzlercesi yaralandı. Sn. Öcalan’ın tutsak düştüğü 1999’dan tahliye olduğum 2003 yazına kadar biri MLKP, ikisi TİKKO, biri DHKP/C davalarında yargılananlar, geri kalanları ise PKK’lılardan oluşan toplam 36 kişi politik bir eylem biçimi olarak bedenini ateşe verdi. İkisi hayatını kaybetti, bir kısmı ise erken fark edilerek arkadaşları tarafında ağır yaralı bir biçiminde kurtarıldı.

 

Bu eylemler sonucu Ahmet İbil ve Mehmet Aslan hayatını kaybederken, geri kalanlar yaralandı. Bu duruma yakından tanıklık etmiş birisi olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki, en dayanılmaz acı kendini yakan bir insanın dökülen elerine, kulaklarına, parmaklarına ya da bedenine yakından tanıklık etmek, dokunmaktır. Alevler içinde dirhem-dirhem eriyen bedenlerde yükselen yanık et, kemik kokusunu duyumsamaktır. Bu dönemde eylem gerçekleştirerek kendini yakan iki arkadaşıma tesadüfen ilk olarak ben yetiştim. Her iki olay değişik tarih ve mekânda yaşandı. Birisinde bulunduğum ortamda yanık naylon kokusu yayılınca çevreye dikkatli baktım ve banyonun kristal camı içinde yükselen alevleri gördüm.  Birkaç adımlık mesafedeki banyoya nasıl ulaştığımı, banyo kapısının yarısını kaplayan buzlu camı nasıl kırdığımı hiçbir zaman hatıllayamadım. Kendime geldiğimde ellerim birçok yerinde kesilmiş ve kan içinde olduğu halde bir kapla alevlere doğru su serpiyordum. Eylemi gerçekleştiren kişiden yükselen slogan sesine gelenler olmasa değil alevleri söndürmek o alevlerce yutulmak yüksek bir ihtimaldi. İkinci kendini yakma olayına ise Mehmet isimli tutsağın feryatları ile haberdar oldum. Aynı heyecan ve panikle alevlerin yükseldiği koridora ulaştım. Uzun süre ne yapılacağı şaşkınlığı ve telaşıyla nerdeyse alevleri söndürmeye çalışan biz iki kişi de aynı akıbete uğrayacaktık. Alevleri söndürmeye çalışan arkadaşımın elleri ve yüzü ciddi anlamda zarar gördü. Doğrusu iki olayda da şaşkınlık ve panikten dolayı ben kendini yakanları söndürmekten çok ancak bağırarak diğer insanları haberdar etim. Böylelikle iki insanın hayatını kaybetmesini önledim. O günlerin ortamında yaşanan acıların nasıl bir öfkeye, birikmiş tarihsel yâda güncel öfkelerin ise nasıl ikirciksiz eylemlere dönüştüğüne tanıklık etim. Kurtulmalarına vesile olduğum insanların daha sonra yara bere içinde ki hallerini gördükçe çoğu zaman yaptığımın onlara iyilik mi, yoksa büyük bir kötülük mü olduğuna karar veremedim. Alev topuna dönüşmüş İki insana ilk yetişen biri olarak bu duyumsamanın sadece bir ana ait olmadığını, yılarca yeniden-yeniden kendini ürettiğini, yaşandığını biliyor ve bu biçimde ölmek mi zor, yoksa bu düzeydeki bir acımasız ölüme tanıklık etmek mi sorusuna bir türlü cevap bulamıyorum.

 

Ümraniye cezaevindeki tutsaklığım 2003 yazına kadar devam eti. Böylelikle 12 yılı aşkın bir süre kesintisiz cezaevinde kaldım. Günler, aylar süren açlık grevlerinde, ölümcül operasyonlarda ve diğer alt-üst oluş anlarında insanların sadece özgürlüğe olan tutku ile hayata tutunduklarını gördüm, kendimde yaşadım. Ölümün kol gezdiği bu cehennemi ortamda insanların dayanışmanın mis kokusu ve paylaşımın yüceliği ile hayata tutunmanın yanısıra hayatlarında korku-kaygıları da söküp atıklarına da şahitlik ettim.

 

Tutsaklığım boyunca Bayrampaşa, Ümraniye, Metris, Tekirdağ kapalı ve 1 Nolu Tekirdağ Yüksek Güvenlikli F Tipi ile Diyarbakır D Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevlerinde kaldım.

 

Metris cezaevine 2008 Eylül’ünde tutuklandığımda götürüldüm. Burası T tipi olarak tanımlanıyordu. Kesin olmamakla birlikte bu T tipinin tecrit anlamında kullanıldığını sanıyorum. Bu cezaevinin girişinde insanlar iç çamaşırları dahil çırılçıplak soyularak aranmadan geçiriliyorlardı. Cezaevi görevlilerinin övünerek anlattıklarına göre bu uygulamanın mucidi bir generalmiş. İsmi sır gibi saklanan bu general 2000’li yıllarda cezaevi sorunlarına el atmış, bu yönlü araştırmalara girişmiş. Bu kapsamda yurt içi ve dışında yaptığı birçok araştırma içinde en fazla ABD de gördüklerinde etkilenmiş ve orada gördüklerini olduğu gibi buraya taşımıştır. ABD ‘de madde bağımlıları ve psikolojik sorunları olanların, başkasına ve kendine zarara vermemesi için uygulanan tecrit etme, kelepçeleyerek denetimde tutma, çırıl-çıplak hale getirerek arama vb yöntemleri General Türkiye’ye ithal etmiş ve cezaevlerine uyarlamış. Fakat kaderin cilvesine bakın ki, aynı general daha sonra darbecilik ya da Ergenekon operasyonlarından birinde tutuklanarak icat ettiği uygulamaya bizzat kendisi maruz kalmıştır.

 

Yeni tutuklananlar cezaevinde ilk olarak generalin bu icadı ile karşılaşıyorlardı. Cezaevi girişi büyük bir garaj biçiminde inşa edilmişti. Mekânın her yanında gözetleme ve kayıt kameraları yer alıyordu. Mahkemelerde tutuklanıp getirilen tutuklular burada karşılanıyordu. Tutukluların ellerinde varsa çanta ve eşyaları alınıyordu. Tutuklular girişte solda oyuk biçiminde duvarın içinde yer alan küçük arama kabinlerine alınıyorlardı. Bu kabinlerin pencereleri yoktu, içlerinde kamera da bulunmuyordu. Tutuklular burada görevli jandarmalar tarafında iç çamaşırları dahi çıkarılarak çırılçıplak soyulup aramadan geçiriliyorlardı. Çanta ve diğer eşyalar ise eğitilmiş köpeklere koklatıldıktan sonra cihazdan geçirilip içeri alınıyordu.

 

Metris cezaevi T harfiyle şifrelendirilmiş ayrıcalıklı bir zülüm kalesi niteliğindeydi. Bu hali daha ilk girişten itibaren gelen kişiye hissettiriliyor, bilinçaltına kazınıyordu. İşin özü buradaki tüm uygulamalar ABD’de ithal edilmişti. Ama ABD ‘de madde bağımlıları ve kişilik bozuklukları olanlara uygulananlar burada herkese karşı uygulanıyordu. Bu nedenle uygulamanın her yönü sorun üretiyordu. Bu sorunların payıma düşen boyutu burada hoş geldin dayağı biçiminde oldu. Metris’teki ilk dayağı bu uygulamaya karşı çıktığım için jandarmadan yedim. Çırıl-çıplak soyundurularak arama yapmanın insan onuruna yakışmadığını söyleyerek, istediklerini yapmayı ret ettim. Bu nedenle ağzım-burnum kan içinde kalana kadar dövüldüm. Muhtemelen öleceğimden, başlarına bela olacağımdan çekindikleri için kendi ifadeleriyle “bir istisna olarak elbiselerin çıkarılmadan içeriye alındın.” İçerde kayıt işlemleri için götürüldüğüm odada bu sefer “benim memleketimde nasıl terörist çıkar” diye infaz koruma memurlarının saldırısına uğradım. Sonrasında ise götürülüp tek kişilik hücreye konuldum.

 

Daha öncesinde pek çok emniyet müdürlüklerinde gözaltında kalmış ve farklı cezaevlerini tanımıştım. Ama Metris’te konulduğum T. 28 nolu hücre kadar berbat, boğucu, insanın canlı-canlı konulduğu bir mezardan farksız ve yaşanmaz bir yer görmemiştim. Dar bir koridora kapıları açılan bu hücreler yan-yana sıralanmıştı. Burada konulduğum hücre, yattığım ranzanın büyüklüğünde inşa edilmişti. Her yönü ile bir kutu yâda bir tabutu andırıyordu. Bu kutu içindeki bir ranza ve lavabodan ibaretti. Ranzanın başucuna bir dolap, ayak tarafına ise lavabo yer alıyordu. Bu hücrede masa, sandalye yoktu. Günde verilen üç öğün yemek yatak üzerinde yeniliyordu. En kötüsü de buranın penceresiydi. Pencere, ranzanın demirlerinden ötürü açılamaz haldeydi. Pencerenin önünde demir parmaklıklar, bu parmaklıkların üstünde ise delikli sac ile kapatılmıştı. Kaldığım hücre binanın ikinci katındaydı. Bu nedenle çoğu zaman su, değil temizlik için, içmek için bile bulunamıyordu. Kantin alış-verişi yoktu. Gazete, kitap verilmiyordu. TV, radyo yoktu. İşin özü burası insanın diri-diri gömüldüğü bir mezardı. Hücrelerimizin içine birer hoparlör monte edilmişti. Cezaevinde yaşam saat 00,8’de bu hoparlörlerden yükselen “sabah sayımı başlamıştır mahkûm, sayım düzeni al” komutuyla başlıyordu. Genelini bilmiyorum ama benim gibi siyasi davalardan tutuklu olanlar bu komuta uymuyor, bundan dolayı da sürekli saldırı, hakaret ve işkencelere maruz kalıyorlardı.

 

Nihayetinde tanımadığım, yüzünü görmediğim ama onurlu sesini hep duyduğum Engin Ceber bu komutlara uymadığı için işkenceyle katledildi. Engin Ceber’in ölümünü ancak çok sonraları öğrenebildim. Bunun için davalar açıldı, yargılamalar yapılıyor. Fakat Metris’te Engin Ceber’i öldüren kişiler değil, kurgulanmış, yasal dayanaklara kavuşturulmuş işkenceye dayalı cezaevi sistemdir.

“Sayım düzeni al” komutuyla başlayan günümüz, akşamları hoparlörlerden yükselen  “sayım düzeni al ve Allah kurtarsın” temennisiyle bitiyordu. Bu koşullarda günde iki saat havalandırmaya çıkarılıyorduk. Kapı üzerimize kapatıldığında havalandırma içersinde kavrulsak da, fırtınalara, boranlara maruz kalsaydık da o iki saatimizi orada tüketmek zorundaydık. Özet olarak buradaki yaşam günde üç öğün yemekten ve diri-diri mezara gömülmekten ibarettir. Buradan bu süreci uzun uzadıya anlatmak konumuz dışındadır. Ancak Türkiye’deki cezaevi gerçekliğinin güncelde çok da 12 Eylül’den farklı olmadığını bilinsin istiyorum. Çünkü Engin Ceber’i katleden sadece birkaç görevlinin sadistliği değildir. Türkiye cumhuriyetine yaşıt cezaevi uygulamalarının güncele taşınan halidir.

 

Metris’te bir sabahın ilk ışıklarıyla büyükçe bir havalandırmaya götürüldük. Ne olduğundan haberimiz yoktu. Benim dışımda bir siyasi, 50 kişide başka suçlardan tutuklananlardan vardı. Toplumun her kesiminde insanlar bulunuyordu. Götürüldüğümüz havalandırmada 4 saatten fazla tutulduk. Burada dört saatten fazla bekletildikten ve ne olduğunu bilmediğimiz işlemler yapıldıktan sonra ring araçlarına konulduk. Araç yokluğumu yoksa işkence olsun diye mi yaptılar bilmiyorum ama araca balık istifi doldurulduk. Araçta var olan oturma yerleri kadar insanda ayakta kalmıştı. Bir saatten fazla ringin içinde bekletildikten sonra yola çıkarıldık.

 

O ana kadar sevke gideceğimizi bilmemize rağmen nereye götürüleceğimizi bilmiyorduk. Sevk araçları hareket etikten bir süre sonra trakyaya doğru götürüldüğümüzü gördük. Bundan sonra acaba Tekirdağ cezaevine mi yoksa Edirne cezaevine mi götürüleceğiz tahminleri yürütülmeye başlandı. Konvoy olduğu için yolculuğumuz normalin üç katı zaman aldı. Yolculuk boyunca kimi tutuklular fenalaştılar. Fenalaşanlara oturanlar yerlerini vererek oturmalarını sağladılar. Sınırlı olan suyumuzla yüzlerini yıkadılar. Etraflarında boşluk yaratarak ferahlamalarını sağladılar. Böyle bir halde ölüp-ölüp dirilerek akşam saat beş civarında Tekirdağ cezaevine ulaştık.

 

Cezaevinde kayıt işlemlerimiz hızlı bir biçimde yapıldı, parmak izlerimiz alındı ve taraflımızsınız-tarafsızımı sorusu sorularak taraflıyız cevabımızla hücrelere gönderildik. Yanımda bulunan Ali isimli siyasi tutuklu ile birlikte C/ 84 nolu hücreye konulduk. Konulduğumuz hücrede PKK davasında tutuklanmış bir kişi daha bulunuyordu. Konulduğumuz hücrenin etrafı değişik suç tiplerindeki insanlarla kuşatılmıştı. Sadece havalandırmamızın bir tarafında DHKC/P davasında tutuklananlar bulunuyordu.

 

Tekirdağ F Tipi olmasına rağmen fiziki koşulları ve uygulamalarıyla Metris’le kıyaslanmayacak düzeydeydi. En azında burada fiziki işkence yoktu. Burada hücreler tek ve üç kişilik biçiminde inşa edilmişti. Ben üç kişilik hücreye konuldum. Hücremiz 7–8 metre kare büyüklüğünde iki katlı bir yerdi. Alt kat yemek yenilen, TV izlenen yerdi. Ayrıca lavabo ve banyoda burada ayrı bir bölüm olarak inşa edilmişti. Üst kat ise yatakhaneydi. Hücrenin önünde küçük bir havalandırma yer alıyordu. Havalandırma görevlilerce şafakta açılıyor, karanlık çökmeden kapatılıyordu. Havalandırma 10–12 metre karelik bir alanı kaplıyordu. Havalandırmanın çevresindeki duvarların yüksekliği de 8–9 metre civarındaydı. Ayrıca bu duvarların üstü de bir metrelik tel örgülerle örülüydü. Bu haliyle havalandırma bir su kuyusu gibiydi.

 

Tüm bunlar güvenlik ihtiyaçlarıyla açıklanıyordu. Fakat orayı yaşayanlar biliyor ki işin özü bu değildir. Çünkü 8–9 metre yüksekliğindeki bir duvarın üstünü ayrıca tel örgüyle kapamak hangi güvenlik tedbirinin gereği olabilir ki? İşin özü orada tutuklu bulunanları her yönü ile bir birinden yalıtmaktır.  Tutsakların duvarların üstünde de olsa bir-biriyle ilişkilenmesini, bir şeyler paylaşmasını engellemek ve dayanışmalarını önlemek için tüm bunlar yapılmıştır. İnsanın diri-diri gömüldüğü bu fiziki yapıyı aynı düzeydeki ceberut uygulamalar tamamlıyordu. Burada kaldığım süre boyunca çok sınırlı sayıda insan gördüm. Gördüklerimle konuşmak, ilişkilenmek mümkün olmadı. Hücreden çıktığında ve tekrar döndüğünde üst araması, ayakkabıların çıkarılıp aranması zorunluydu. Günde yüz kez hücreden çıksan aynı işlem tekrarlanırdı. Bir görevlinin tek başına tutsakla ilişkilenmesi, konuşması, bir şey sorması yasaktır. Bu durumlarda en az iki görevlinin bulunması şarttır. Cezaevi içinde ne işe yaradıkları meçhul olan robokok giysili görevlileri sürekli görüyordum. Bunların kaldığı birde iç karakol bulunuyordu.

 

F tipi cezaevi uygulamaları insanı duyumsamayan, hissetmeyen, yaşayan bir ölü haline getirme amacına dayanır. Bunu cezaevindeki uygulayıcılarda bilir, maruz kalan tutsaklarda. Bu nedenle uygulayıcılar son derece gaddar, tutsaklar ise direnişte hep tavizsizdirler. Bu mekânın kişi üzerindeki etkileri ikilidir. Bir yönünü ruhsal dünyaya olan etkiler oluşturur. Burada tutsak olup ta kendini korumayanın, memleketen, insandan kopanın ve umudunu -ideallerini yitirenin vay haline. Bu duruma düşenin duygu dünyaları allak, bullak olur. Ruhsal-inançsal çöküntü yaşamaları kadere dönüşür. Bu nedenle böylelerinin yaşamaları, yaşasa da ayakta kalmaları çok zordur.

 

F tipinin cezaevlerinde kalmanın diğer etkilerini ise fiziki tahribatlar oluşturur.  Çok uzun bir süre kalmadım. Onun için bu yönlü tahribatları tam yansıtabilmem mümkün değil. Ama tekirdağdaki tutsaklığımın ilk 40 gününden itibaren ilkin gözlerimden sorunlar yaşanmaya çıktı. O güne kadar hiçbir sorunum yokken gözlerim kaşınmaya, sulanmaya başladı. Sonrasında gazete okuyamaz, tv seyredemez hale geldim. Bunun üzerin gözlük kullanmaya başladım. Yetmedi damla ve merhem tedavisine başladım. Tüm bu uğraşlarıma rağmen gözlerim bir daha eski sağlıklı haline gelmedi. Gözlerdeki bozulmayı gürültüden, sesten rahatsız olma izledi. Bunu da diğer fiziki rahatsızlıklar takip eti.

 

Bu cezaevinde 8 aya yakın kaldım. İki kişilik dosyada iddianamemiz kısa sürede hazırlanmasına rağmen duruşma nisan ayına bırakıldı. 21 Nisan 2009 da İstanbul özel yetkili 13 ağır ceza mahkemesinde çıkarıldığım ilk duruşmada tahliye edildim. Mahkemede tahliye olduktan sonra işlemler için tekrar cezaevine getirildim. Burada hiçbir şey olmamış gibi tahliye işlemlerim yapıldı. İşlemler bitince cezaevi içinde yeniden gözaltına alındım, Tekirdağ il jandarma alayına götürüldüm. Beni almaya gelen subaylar bile ne için gözaltına aldıklarını bilmiyorlardı. Sadece devlete karşı suç işlemekten Diyarbakır’da hakkında arama çıkarılmış, onun için seni gözaltına alıyoruz diyebiliyorlardı. İl jandarmada bir gece kaldıktan sonra sabah ağır cezaya çıkarıldım ve yol tutuklanması ile tutuklandım. Yol tutuklanması hukukta tedbiren başvurulan geçici bir uygulamadır. Böyle olduğu için yeniden F tipi cezaevine konulmadım. Kısa süre içinde Diyarbakır’a sevk edileceğim gerekçesi ile Tekirdağ Kapalı cezaevine götürüldüm. Tekirdağ 1 ve 2 nolu f tipi cezaevleri Muratlı ilçesinde yer alırken, Tekirdağ Kapalı Cezaevi il merkezinde deniz kenarında eski bir kalenin dönüştürülmesiyle oluşturulmuştu. F tipine göre burası cezaevi değil gerçek bir evdi. Havalandırma duvarları oldukça alçaktı. Koğuştan hamama gidip-gelirken toprak zeminde yürünüyordu. Pencerelerde denizin sonsuzluğu seyredilebiliniyordu. Lodos esince içerisini yosun kokusu sarıyordu.  Uygulamaları da f tipi ile kıyaslanamayacak düzeydeydi.

 

400–450 tutuklunun bulunduğu bu mekânda tek siyasi bendim. Diğerlerinin tamamı uyuşturucu ticareti, silah ve insan kaçakçılığı, öldürme, yaralama, hırsızlık, tecavüz vb. suçlardan tutuklanmışlardı. Cezaevi iki katlıydı. Alt katta bir bölüm tecavüzcüler olarak tabir edilen yüz kızartıcı suçlardan tutuklu 80–90 kişi için ayrılmıştı. Bunlar sabah 07 ile 08 saatleri arasında diğer tutukluların kapıları açılmadan bir saat havalandırmaya çıkarılıyordu. Daha sonra kapıları üzerlerine kapatılıyor ve gün boyu kapalı koğuşlarında kalıyorlardı. En çok kavga burada çıkıyordu. Neredeyse kavgasız günleri yok gibiydi. Bu bölümde küfür, hakaret sesleri hiç eksik olmazdı. Sonuna kadar açtıkları tv nin sesine bir-birine savurdukları yakası açılmadık küfürler eşlik ediyordu. Sözüm ona cezaevi ıslah etmeyi öngörüyor. Fakat oraya düşen bir insanın bırakalım ıslah olması tamamen kendini yitirmesi kaçınılmazdır. Belki bir parça o insanlara haksızlık olacak ama yüz kızartıcı suçlarda tutukluların kaldığı bölüm gerçek anlamda bir cüzamlılar adasıydı. Cezaevi içinde çifte tecridi yaşıyorlardı. Birinci tecrit diğer tutukluların onlarla yan-yana gelmeme çabası ile oluşmuştu. Çünkü orada tecavüzcü ile yan yana gelmek ortamda mimlenmek, dedikudulerın malzemesi olmak, sapkın olarak damgalanmaktı. Bu nedenle onlardan daha yüksek ya da alçak olamayan diğer tutuklular yüz kızartıcı suçlardan yatanlarla aralarına kalın bir duvar örmüşlerdi. Bu duvar ayrıca kendi içlerinde de kategorileştirme biçiminde uzanıyordu.

 

Bu nedenle onlarla bir araya gelmek, konuşmak imkânsıza yakındı. Her şeyi göze alarak O imkânsızı başarıp da konuşulduğunda ise onları anlamak mümkün değildi. Çünkü kendilerine özgü bir argo dil oluşturmuşlardı. Tercümansız konuşmak, anlaşmak imkânsızdı. Cezaevinin bu bölümü sadece barındırdığı suçlu tipi ile değil, oluşan yaşam, şekillenen ilişkilerle de bir cüzamlılar adası,  sefalet merkezi, insan öğüten bir makineydi. Yüz kızartıcı suçlar birçok yönüyle kişinin utanma duygusunu yitirmesi, güdülerine esir düşmesidir. Muhtemelen bu kişiler bir ya da birkaç kez bu duruma düşmüş ve bu suçlara bulaşmışlardı. Fakat bu mekânda kaldıkları süre uzadıkça suç bir anlık olmaktan çıkıp yaşam biçimlerine dönüşüyordu. Çünkü yitirilen utanma duygusuna burada insani olan her şeyin yitirilmesi ekleniyordu. Burada kalış süreleri uzadıkça her türlü insani değerden yoksunlaşmış birer et ve kemik yığınına dönüşüyorlardı. Tüm tutuklular gibi bunlarda siyasi tutuklu olduğumu biliyorlardı. Tesadüfen karışlaştığımda veya pencerelerinin önünde geçince gördüklerinde oldukları yerden put kesilip, sesizleşiyorlardı.

 

Kapalı cezaevine gittiğim an’dan itibaren herkes siyasi kimliğimi biliyordu. Kim, neden ve nasıl yaymıştı bilmiyorum. Ama oraya adım atığıma, devrimci hayatım boyunca yaşadıklarımın oldukça abartılarak orada bulananlara yansıtıldığını gördüm. Muhtemelen idare bunların benimle ilişkilenmemesi, konuşmaması için korkutma amacıyla geçmişimi abartarak tutuklulara yansıtmıştı. Buradaki tutukluların çoğunluğu yakın geçmişte asker, polis, istihbaratçı vb. devlet görevlisi olarak Kürdistan’da savaşmıştı. Savaş sürecinde yaşadıklarıyla, ilişkileriyle yasa dışına savrulmuş, zamanla yasa dışılığı temel uğraş haline getirmiş ve sonrasında insan kaçakçılığı, silah ya da uyuşturucu kaçakçılığı yaparken yakalanmışlardı.

 

Bu cezaevinde üst sol müşahadiye güvenlik odası denilen tek kişilik bir hücrede tutuluyordum. Burada aynı koridora açılan dört ayrı hücre yer almaktaydı. Birinci hücrede sağır ve dilsiz Irak vatandaşı bir Kürt tutuluyordu. Onun bitişiğindekinde ben kalıyordum. Diğer iki hücrede ise psikolojik sorunları bulunan Mehmet ve Murat isimli iki kişi tutuluyordu. Cezaevi müdürü buraya konulmamın sebebini tutuklu subay ve polislerin bana zarar vereceği biçiminde açıklıyordu. Başka mekânlarda ve koşullarda bu insanların bana zarar verme ihtimali mutlaka vardı. Ama burada değil zarar vermek beni gördüklerinde ne yapacaklarını bile şaşırıyorlardı. Dolayısıyla bana zarar verme ihtimalleri yoktu. Fakat bu gerekçe ile de olsa bir kez o hücreye kapatılmıştım. Görünürde her şey sut liman olsada özellikle geceleri mekân pek tekin değildi. Kapıyı arkadan sürgüleyerek yatmak daha güvenli olduğu için burada kalmaya itiraz etmedim. Geceleri kapımı sürgüleyerek yatıyor, gündüz gün boyunca ise kapım açık kalıyordu. Böyle olunca idarenin bana zarar vereceğini düşündükleri dahil bir çok tutuklu ya izin isteyerek hücreme geliyor, yada kendi koğuşlarına davet ediyorlardı. Burada kaldığım süre boyunca tüm tutuklardan sadece hürmet ve saygı gördüm. Nisan ayının sonunda bir gece saat 03’te ring aracıyla İstanbul havaalanına, Oradan da uçakla Diyarbakır getirildim. Diyarbakır’da çıkarıldığım mahkemede bir kez daha tutuklanarak yeniden cezaevine gönderildim.

 

Tutsaklığımın son mekânı D Tipi Diyarbakır Kapalı Cezaevidir. Burası statü olarak yüksek güvenlikli F tipi kategorisindedir. Uygulamaları da F tipiyle aynıdır. Fakat fiziki yapısıyla gerçek bir labirenttir. İnsan kaldığı hücreden dışarıya adım attığında geri gelene kadar akla karayı seçiyor. Yana-yana, iç-içe geçmiş ana veya tali koridorlar, hücreler, nereye açıldığı belli olamayan kapılar vb ile bu cezaevi çözülmesi zor bir bulmaca gibidir. Cezaevi iki katlı inşa edilmiş. Uzun koridorların sağında ve solunda yükselen iki katlı blokları ara koridorlar bir birine bağlar. Cezaevi kendi içinde bloklara, bloklarda tek ya da üç kişilik hücrelere bölünmektedir. Tüm hücrelerin önünde 10–12 metre karelik havalandırma yer almaktadır. Havalandırmanın etrafındaki duvarlar 8–9 metre yüksekliğindedir. Duvarların üstü ayrıca tel örgü ile çevrilidir.  Hücrelerden havalandırmaya açılan kapı sabah ışıkları ile görevliler tarafında açılır, akşam karanlık çökünce kapatılır. Cezaevindeki uygulamalar ise hem idare, hem de asker boyutuyla var olan yasaların-yönetmenliklerin, ne eksik ne de fazla olduğu gibi uygulamasıdır. Yasa ve yönetmelikler ne emrediyorsa burada onlar uygulanıyor. Personelin neredeyse tamamına yakını Kürtçe bilmektedir.

 

En nihayetinde iyi cezaevi yoktur, olamaz. Görevli insanların kimliği, niteliği de bu gerçekliği değiştiremez. İnsanı cezalandırma üzerinde kurgulanmış bir yerde iyilik yeşermez. Bu nedenle kaldığım tüm hapishanelerin insani olan her şeyi yutan-öğüten bir özeliğe sahip olduğunu gördüm. Kaldığım her cezaevinin bir öncekini arattığına, insani tüm özlem ve istemlerin kişiye karşı birer silaha dönüştürüldüğüne tanıklık ettim. Zamana yayılmış bir ölümün, pervazsızlaşmış, örtük-açık bir zulmün ve çepeçevre sarılmış bir hayatın nemenem bir şey olduğunu buralarda gördüm-yaşadım.

 

Bu anlamda cezaevi süreçlerinde arkadaşlarımla birlikte yaşadıklarımız mahkeme salonu ve bir savunmanın içerisine sığmayacak kadar anlamlı, kapsamlı ve derinliklidir. Her anı-dakikasında yaşananlar bir yanıyla ölümdür, zülümdür, trajedidir. Diğer yanıyla sonsuz fedakârlık ve inançları uğruna gözünü kırpmadan ölüme gidiştir. Feda ruhudur. Özgürlük ve adalet uğruna ölüme tilili çekme, ölümle-elemle alay etmedir. İnanıyorum ki bir gün gerçeğe sadık kalınarak tüm bunlar yazılacaktır. Çünkü bunlar doğru yazılmadan geçmiş anlaşılmaz, yakın tarih ile yüzleşme sağlanamaz. Sistemin üzerinde yükseldiği kan ve irin ile dolu yakın geçmiş ile hesaplaşmadan da geleceği kurmak mümkün değildir. Ayrıca bunca yaşanmışlığı unutmak mümkün değildir. Kaldı ki, geçmişi unutmak gerçeğe ihanettir. Bu anlamda yakın tarihte hayat bulanlara nereden bakılırsa bakılsın, yücelten için de, yerin dibine batırmak isteyen için de her yönüyle vicdan sızlatıcı, yürek kanatıcıdır.

 

Bugün geriye dönüp geçen 22 yıla baktığımda gördüğüm tablo budur. Hayat bulanlar özgürlük-eşitlik ve adalet gibi kutsal amaçlar için de olsa tablo acıdır, ağırdır. Çünkü bu tablonun her karesinde yarımlıklar üzerine kurulmuş hayatlar ve erkenin erkeni ölümler var. Bu tablonun önemli bir bölümünü uçsuz bucaksız dağlarda, derin vadilerde veya ormanların derinliklerinde hayatın baharında vurulmuş ve göklerin sonsuzluğuna gömülmüş hayatlar oluşturuyor. Sorgu evlerinde kaybedilmiş canlar, sakatlanmış bedenler, örselenmiş duygular, hapishanelerde ölüm oruçları veya açlık grevlerinde yitirilmiş yoldaşlar, jandarma ya da polis baskınlarında parçalanmış bedenler, yanmış, yakılmış eller, yüzler, gözler bu sürecin sadece bir kısmıdır. İnsan aklıyla alay eden ve her yönüyle vicdan sızlatan “hayata dönüş” operasyonu bu zulüm silsilesinin medya aracılığı ve canlı yayın ile tüm topluma taşırılmış ve vicdanlara kazınmış kesitidir.

 

32 kişinin katli ve yüzlercesinin yaralanması ile sonuçlanan “Hayata Dönüş Operasyon’una Ümraniye cezaevinde maruz kaldım. Yaşama tutkuyla bağlı iken ‘hayata döndürülmemiz’ için 4 gün boyunca iş makineleriyle Ümraniye cezaevinin çatıları delinerek üzerimize bomba yağdırıldı. Çatılara mevzilenmiş keskin nişancılarca tarandık. Çatlayan dudaklarımızın susuzluğunu yağmur sularıyla giderdik. Cellâtlarca öldürülen arkadaşlarımızın cenazeleri ve canlı birer cesede dönüşmüş bedenlerimiz yerlerde sürüklenerek, yüreklerimize basılarak kameralara zafer pozları verildi. Arkadaşlarımızın cansız bedenleri ve kanayan yaralarımız kazanılan zaferin kanıtı olarak TV ekranlarına ve gazete manşetlerine kazındı. O günlerin hatırasına ellerimize, dillerimize kelepçe vuruldu. Kanayan yaralarımıza tuz basılarak, acılarımıza acı katılarak tutsaklık koşullarında yeniden-yeniden tutsak alındık.

 

Sonra ellerimiz kollarımız bağlanarak, balık istifi biçiminde hapishanenin farklı bölümündeki hücrelere konulduk. Konulduğumuz yerde can yoldaşlarımızın alevlerin içerisinde erim-erim eriyen, kül olan bedenlerini gördük. Şairin deyimiyle ”önce saçlarımız, sonra dişlerimiz, ardından birer- birer yoldaşlarımız” yitip gitti. Bu sürecin ala şafağında da, gün batımında da al kanımız döküldü. Malta olarak tabir edilen hapishane koridorları al kanımızla boyandı. O an orada öleceğiz diye son isteklerimizi, özlemlerimizi kanlarımızla hapishane duvarlarına yazdık, tırnaklarımızla demir parmaklıklara kazıdık. İnanıyorum insanlığını yitirmeyen, yürek taşıyan herkes O günleri ve orada yaşananları yüreğine-bilincine kazımıştır. Çünkü O gün yaşananlar Şex Saitten-Seyit Rıza’ya, Mustafa Suphi’den-Sabahattin Ali’ye, Deniz Gezmişten-Mazlum Doğan’a uzanan, kesintisiz süre gelen bir direniş geleneğinin, “ser verip sır vermeyenlerin” , tutkulu bir sevda ile bir kez daha tarihe not düşmesiydi.

 

Şimdi yargılandığımız davada olduğu gibi o zamanda iktidarın en etkili, ölümcül silahı elindeki medyaydı. 19 Aralık operasyonları öncesinde cezaevinde olağan hayat devam ederken, birden bire cezaevlerinin örgütlerin kampına dönüştüğüne, kurtarılmış alan haline geldiğine, içeriye girilemediğine, sayım yapılamadığına dair haberler boy-boy gazete-TV’lerde yer alırdı. Bu çerçevede TV programları yapılır, gazetelere manşetler atılırdı. Üretilmiş bu haberleri siyasetçiler ve hükümet üyelerinin basında aynı içerikteki beyanları izlerdi. Maruz kaldığımız tüm baskınlar gibi, 19 Aralık operasyonu da böylesi bir kurgusal gelişmenin ürünüydü. Günler-aylarca cezaevleri örgüt kamplarına dönüştü yönünde gazete ve TV lerde yayınlar yapıldı. Cezaevlerindeki açlık grevleri manipülasyon aracı olarak kullanıldı. İstenilen ortam sağlandıktan sonra birçok cezaevine eşgüdümlü operasyonlar başlatıldı.

 

Tutulduğumuz Ümraniye’de operasyondan bir kaç gün önce sular kesildi. Olacaklardan haberimiz olmadığı için hiç bir tedbir almamıştık. Bu nedenle bir gün içinde tüm su stokumuz tükenmişti. İkinci gün Cezaevi iş makineleri ile yıkıldı, çatılar tahrip edildi. Cezaevinin çevresindeki duvarlar tahrip edildi. Çatılar ve yüksek gözetleme kulelerine keskin nişancılar yerleşti. Çatılara keskin nişancılar yerleşince havalandırmalara çıkma imkânımız kalmadı. Böylelikle çatılardan havalandırmaya sarkan pimaş borularda elde etiğimiz yağmur sularındadan da mahrum kaldık. Keskin nişancılar çatılara yerleştikçe bulunduğumuz yerler tek-tek tespit edilmeye başlandı. PKK davasında tutuklu olanlar olarak 600 kişiye yakındık. Onlarca ayrı koğuşta kalıyorduk. Fakat operasyon başlayınca önce bazı koğuşlardan çekildik. Daha sonra ana koridorlar yâda yan koridorlarda devrimciler tarafında kurulmuş olan barikatlar yıkıldıkça çekildiğimiz yerler artı. En sonunda ise C bloğun çatısında yer alan C–5–6–7 koğuşlarına çekildik. Sol gruplar ise çoğunlukla bu bölümün alt katlarında toplanmışlardı. Bu bölüm cezaevinin sonu olduğu için güney tarafında çatı yoktu. Doğu ve batı yönlerinde ise penceresiz duvarlar yükseliyordu. Dolayısıyla çatılardaki keskin nişancılar burayı etkilemiyordu. Sadece kuzeye bakan tarafında pencereler ve bunların karşısında çatılara yerleşmiş keskin nişancılar bulunmaktaydı. Bu nedenle buradaki pencereleri büro dolapları ile kapatmıştık. Böylece bu bölüm doğal bir kale ve korunak haline gelmişti. Dayanılmaz saldırılardan uzun süre böyle korunmuştuk.

 

Fakat ilerleyen günlerde yerimiz tespit edildi. Bunun üzerine buraya dönük bomba atmalar ve taramalar artı. Atılan bombalar çoğunlukla duvarlara değip havalandırmalar düşüyordu. Bu durum zamanla bulunduğumuz yerinde dumanla dolmasına ve arkadaşlarımızın etkilenmesine neden oldu. Gazdan etkilenmeler artıkça bulunduğumuz yerde kalmak zorlaşıyordu. Temiz hava almak için pencereler açıldıkça da yeni bombalar ve kurşunlar yağıyordu.  Üçüncü günün akşamında ise kompresör ve diğer iş makineleri ile bulunduğumuz yerin çatıları delinmeye başlandı. Çatıların delinen bölümlerinde içeriye gaz bombaları atılıyor ve cezaevinin içi tam bir cehenneme dönüşüyordu. İçeriye bombalar düştükçe kapatılan pencereler açılıyor ve Pencereler açılır-açılmaz bu sefer keskin nişancıların ateşi başlıyordu. Operasyonun kurşun ve bomba ile gelen öldürücü yanına birde susuzluğun dayanılmazlığı eklenmişti. Barikatlarla örülmüş cezaevi koridorlarında kurşun, bomba ve suikastlarla ölüm kol geziyordu. Susuzluk ise tüm bunları gölgede bırakmıştı. Bu koşullarda üç gün hayata kalmak mucizeydi.

 

Üç günün sonunda başsavcılık ve operasyonu yönetenlerin megafonla yaptıkları görüşme çağrısına olumlu cevap verdik. Tutuklular adına bir arkadaşımla birlikte görüşmeye gittik. Görüşme cezaevi binasının yanında, dış duvarın içinde bir barakada gerçekleşmişti. Gidip gelirken atılan gaz bombalarından dolayı göz-gözü görmüyordu. Yüzlerce özel giysili ve maskeli asker arasında dolaştırılarak hareketi yönetenlerin bulunduğu bu mekâna götürülmüştük. Burada ismini bilmediğimiz ama telsizde ‘Akın’ ismini kullanan ve çevredeki tüm subayların karşısında put gibi durduğu, yaşlıca bir kişi ile görüşmüştük. Görüşmede F.tipine götürülmeden bulunduğumuz cezaevinde kendilerinin gösterecekleri bir yere nakledilmemiz, nakil işlemlerine askerlerin karışmaması ve kamuoyuna ölü, yaralı olmaksızın anlaşma yoluyla çatışma alanı dışına çıkarıldığımızın açıklanması çerçevesinde anlaşma sağlandı. Çok kısa bir süre sonra ölü ve yaralı olmamaksızın çatışma bölgesinde çıkarıldığımız açıklandı. Açıklama İçişleri Bakanlığı tarafında yapılmıştı. Bu cehennem ortamında cezaevinin E bölümüne nakledilmiştik. Bizim alt katlarda bulunan sol gruplar ise önce görüşmelere katılmayı kabullenmiş fakat daha sonra son anda katılmaktan vazgeçmişlerdi.

 

Cezaevinin her taraftan üzerimize yıkıldığı, delinen çatılardan üzerimize bombaların yağdığı bir ortamda biz anlaşma yoluyla çekilirken bizim alt katlarda kalanlar dahil sol gruplar orada kalmayı tercih etiler.  Tabiî ki sol grupları orada, o halde bırakıp gitmek kolay değildi. Kalanlardan çok gidenler için daha zor bir durumdu. Ama o an orada söz konusu olan tek kişinin değil bombayla-kurşunla yüz-yüze kalan 600 kişinin kaderiydi. Bu nedenle hüzünlü, kahredici olsada, atılan adımlar gözyaşları eşliğinde atılsa da gitmek dışında yapacak bir şey yoktu.

 

Bu operasyona gerekçe yapılan ölüm orucu eylemi kararı alanlar içinde PKK davası tutukluları yoktu. Bu tamamen diğer sol grupların tasarrufunda gelişmişti. Bizlerin yaptığı sadece ilerleyen zaman diliminde destek açlık greviydi. Buna rağmen operasyon kişilere veya gruplara dönük değil, cezaevinin tümüne yapılmıştı. Yani diğer sol gruplar yaptıkları ile irademiz dışında bizi böyle bir sürece sürüklemişlerdi. Üstelik üst katlarda yer almamızdan dolayı deyim yerindeyse cephenin en önünde biz bulunuyorduk. Saldırıların çıplak hedefi olmanın yanısıra, susuzluk, astım vb hastalıkların atılan gaz bombalarıyla tetiklenmesi durumumuzu dahada vahim kılıyordu.  Bu durumu değerlendirerek görüşme çağrısını ve antlaşma yoluyla çekilmeyi kabullendik. Buna rağmen çekilmek kolay değildi. Bulunduğumuz yerleri terk etmek, başka bölüme geçmek ölüm kadar acıydı. Bu duygularla C bloktan, E bloğa geçtik.

 

Kuşkusuz tüm bu yaşananlara rağmen bizler için hapishaneler salt jandarma baskınları, isyanlar, işkence, yaralanma, ölüm oruçları ve açlık grevlerinden ibaret değildir. Bunlar sadece madalyonun elem, ölüm ve kahır yüzüdür. Fakat hapishanedeki hayatın bir yüzünde zülüm, ölüm varsa, diğer yüzünde ise her daim inancın kutsaliyeti, amaçların yüceliği ve bilincin kızıl gülü açar. Kabul ediyorum; hapishane ve tutsaklık, ayrılık ile acının kol-kola, yan-yana yaşanması, hayat bulmasıdır. Uzun-uykusuz sancılı gece ve gündüzlerin toplamıdır. Çıldırtıcı sessizliğin “kuyunun dibindeki taş misali” yapa yalnızlığın adıdır. Yürek ve bilinci kemiren sancıdır. Ayrılığın dayanılmaz ağırlığı altında ezilmedir. İçeriksiz dostlukların kahreden duyarsızlığıdır. Sadece bayramdan bayrama hatırlanmaktır. Bazen de aynı koşulları ve aynı kaderi paylaşanların bir birinin mutsuzluğunda, bir birini felakete uğratarak, karşısındakinin felaketinde mutluluk aradığı zemindir. Hayatın tel örgüler, beton yığını ve demir parmaklıklarla sınırlandırılmasıdır. Yaşamın yasa-yönetmelik, emir ve buyruklarla cehenneme çevrilmesidir. Kişinin özgür bir güne ve güneşe hasret bırakılmasıdır. Zulmün rütinleşmesi, eziyetin hayat biçimine dönüşmesidir. Tutsaklık en nihayetinde ayrılık, acı ve yalnızlığın diğer adıdır. Tutsaklığın ilk gününden itibaren yapa-yansızsındır. Esaret koşullarındaki her yalnızlık iç dünyada sınırsız yolculuklara çıkıştır. Bu yolculuğun her durağında acı ve elem bekler tutsağı. Çünkü tutsağın her gecesi yıldızlardan ve her günü ise güneşten ve parıltıdan yoksundur. Birer toplama kampına dönüşen günümüz hapishanelerinde zamanın ilerleyişini sadece solgunlaşıp düşen takvim yaprakları hatırlatır kişiye. Hücrelerde yanan solgun ışık altında zaman ve mekân anlamını yitirir. Tutsak olanın her anı ve zamanı hüzünle örülür. Bu nedenle burada yaşamaya zorlanan kişi ancak yüreğine taş, yaralarına tuz basarak tutunabilir hayata. Bu koşullarda düşsel yolculuklar sınır tanımasa da beton ve demir yığını tutsaklık dünyasının aşılmaz sınırlarıdır. Tel örgüler tutsağın tenini sarmalar. Özet haliyle tutsaklık budur. Hapishane koşulları akıl almaz işkencelere direnip zulmü alt edenler kadar, amaçlarına ters düşenlere, inançlarını yitirenlere, ihaneti seçip yoldaşlarından yüz çevirmeye, satma ve satılmalara da tanıktır. Burada hiç olmayacak zaman ve hiç beklenmeyen kişilerin başını öne eğerek, titrek adımlarla çekip gitmesi sık yaşanan bir durumdur. Bu mekânlar direneler kadar, düşen, dönen, dökülen, yüreğini bir fesat yuvasına dönüştüren ve inançlarına sırt çevirip yoldaşlarının yüreğine basa-basa gidenlere de tanıktır.

 

Tüm bunlara rağmen enternasyonal devrimci Kemal Pir misali hayatını yüce bir amaca adayarak, tutkulu bir sevdanın arayışçısı olan, yüreğini ve bilincini koruyabilen için yinede hapishane hayatın sonu değildir. Hatta doğru değerlendirilirse daha anlamlı arayışların ilk adımıdır.

 

Tutkulu bir sevdanın savaşçısı olarak göklerin fethini düşlerken, devrim ile yeni bir dünya yaratmayı hedeflerken, umut ve ideal silahını kuşanıp tiranlara meydan okurken, yakalanmak, bin-bir işkencede geçirilmek, tutsak düşmek, bir daha günü-güneşi ve özgür anları yaşamamak ihtimaliyle beton duvarların ardına atılmak büyük bir talihsizliktir. Bunu kabul ediyorum, fakat yinede yaşamını büyük amaçlarla anlamlandırmış olan için her şeye rağmen hayat devam eder. Bu anlamda yaşadıklarım, tanık olduklarım ve yaptıklarımla hapishane benim için de hayatın sonu olmadı. Safça istemlerin akılla, arayışların bilinçle, bilincin eylemle ve eyleminde yaratımlarla buluştuğu yeni arayışların başlangıcını teşkil etti. Değerlendirmesini bilen için hapishane birçok yönü ile bir laboratuardır, okuldur. Buradaki günlerimi böyle anlamlandırmaya ve değerlendirmeye çalıştım.

 

Burada hayatı, insanları, dünyayı ve kendimi tanıdım. Kürt halkının köleleşme sürecini ve dünya halklarının özgürleşme tarihini inceledim. Beş bin yıllık sınıflı uygarlığın oluşum-gelişim süreçlerini ve sürekli dönüşerek aldığı yeni biçimleri inceleme şansım oldu. Köle emeği üzerine yükselen tiranlığı-despotizmi, tüm toplumun birkaç derebeyine tabi olduğu ve hayata tanrının yeryüzündeki temsilciliğine soyunanların yön verdiği feodalizmi ve her şeyi-herkesi metalaştıran, metayı ise tanrı haline getiren kapitalizmi bu koşullarda inceleme, öğrenme şansım oldu.

 

Bu araştırma sonucu gördüm ki tarihin başlangıcında ne ezen-ezilen sınıflar-halklar, ne de zengin-yoksullar vardı. Dolayısıyla güncelde ve gelecekte bunların hiçbirinin olmadığı bir yaşam-dünya kurmak mümkündü. Çünkü İnsanın kökeni-inancı ve düşüncesi ne olursa olsan “damarlarımızdaki kan, renk, ısı ve yoğunluk bakımından aynıdır. Birbirine karıştığında ne soy kalır, ne de ırk. Bu nedenle tüm dünyanın ortak bir memlekete ve tüm insanlığında tek bir aileye dönüşmesi pekâlâ mümkündür.

 

 

 

 

              Bir parça özgürlük

 

 

Somut baskı ve yasaklarla kısıtlanmadığı sürece özgürlük kavramı çoğunlukla soyuttur. Göreceli olma yanı ağır basar. Kişiden kişiye değişkenlik arz eder. Bu konuda ortak kabul gören bir ölçü bulmak zordur. Olağan koşullarda özgürlük kavramı “zorunluluğun bilincine varma” veya kişilerin daha iyiye, güzele ulaşma çabaları olarak tanımlanır. Fakat özgürlük kavramının en fazla somutluk ifade ettiği mekân kısıtlılığın zirveleştiği tutsaklık koşullarıdır. İnsan tutsak düştüğü andan itibaren nasıl paha biçilmez bir hazine yitirdiğini fark eder. Esaret koşullarında kadere dönüşen fiziki-psikolojik işkenceyi bir yana bıraksak da tutsak olanın yaşadığı ayrılık ve sevdiklerine olan tutkusu onda dayanılmaz bir özlem yaratır. Bu ayrılık duygusu ve özlem günün 24 saati kişide özgürlük tutkusunu ayaklandırır, güçlü-diri tutar. Kişinin bedeni bazen bu duygular altında ezilir, bu ağırlığı taşıyamaz hale gelir. Bu durumu, özgür bir güne, güneşe, esen rüzgârdan sınırsız yararlanmaya, istediği kişiyle, istediği yer ve zamanda buluşmaya, tomurcuklanan bir çiçeğe dokunmaya, mis gibi kokan çimenler üzerinde saatlerce oturmaya veya sağanak yağmurlar altında amaçsız adımlarla dolaşmaya duyulan özlem tamamlar. Tüm bunlar tutsaklık koşullarında her an-dakika kişiye özgürlüğü anımsatır. Bazen de tutsak kişide mideye inen kramp, beyni felce uğratan bir şok etkisi yaratır. Her zaman ve zeminde acı üretir. Acılar özleme dönüşür. Dayanılması zor özlemler ise bazen kişiyi isyana, bazen de yıkıma sürükler. Özgür kalma günün düşüncesi-hayali bile kalbi durma noktasına getirir. Hızlanan yürek çarpıntıları kişiyi ölüm ve yaşam arasında yolculuklara çıkartır.

 

1990’larda büyük bir hapishaneye dönüşen ülkede devlete, özel mülkiyete, aileye, törelere vb. karşı çıkıp isyan etmiştik. Mayıs’ın güzel bir gününde her şeyi bırakıp gitmiştim. Uzun hapis günlerinde de gidiş bir yaz gününe denk gelmişti. Güzel ve güneşli bir yaz günün akşamında hiç adet değil iken idareye çağırılmıştım. Burada cezaevi savcısı ve müdür tarafından tahliyem müjdelenmişti. Şaşkın ve ne yapacağını bilmez bir halde hücreme dönmüş, yazı ve fotoğraflarımı alıp çıkmıştım. Kısa süren tahliye işlemlerinden sonra akşam serinliğinde nihayet dışarıdaydım. Yaşanan onca zulümlü günden, ölümün kapısında kadar gidip gelmeden sonra o an orada dışarıda olmanın heyecanını kim tarif edebilir ki?

 

O akşam dışarıda olmanın şaşkınlığı, heyecanı tarifsizdi. O an orada yaşanan heyecanın düzeyini de, kalp atışlarının hızını da hiç kimse tahmin edemez. Demir ve beton yığınından kurtulup da ayaklarım yere değince bir an ürpermiştim. Ayakkabısız, çorapsız olduğum hissine kapılmıştım. Bir an dizlerimden aşağısı tutmuyormuş gibi düşünmüştüm. Bocalayınca, düşmemek için duvara yaslanmıştım. Gerçekle rüya arasında gidip gelmiştim. Çok sonra farkına vardığım ışıl-ışıl yanan İstanbul tablosuyla yaşadıklarımın hayal değil, gerçek olduğunu anlamıştım. Gerçekten duvarsız, tel örgüsüz haliyle dışarıdaydım.

 

Geride bıraktığım duvarların ardı ile dışarısı her anlamıyla iki ayrı dünya gibiydi. Tutsak düşüldüğü andan itibaren film kopmuştu. Bu kopukluk yıllarca sürmüştü. Şimdi istense de hayatta kalınan yerden başlamak zordu. En önemlisi tutsaklıkta geçen yıllar, sadece ömrü kemirmemiş, sağlığı da önemli oranda tahrip etmişti. Nemli-rutubetli cezaevi koşulları, bu koşullardaki sağlıksız beslenme ve süreklileşen açlık grevleri, isyanlar, saldırılar sağlık durumumu önemli oranda bozmuştu. İsyanlar, baskınlar ve işkence kalıcı izler biçiminde bedene kazınmıştı. 

 

Dışarıya yeniden merhaba dediğim günlerde Dünya genelinde sol sosyalist hareketlerde derin kimlik bunalımları yaşanıyordu. Sovyetlerin çöküşünü, sosyalist parti ve hareketlerin amaçsızlaşması, sağa-sola savrulmaları izliyordu. Kürtler ise bu süreçte sarsıcı ve karmaşık ideolojik, örgütsel sorunlarla boğuşuyorlardı. Değişim ve yenilenme çabaları ideolojik-örgütsel sorunlara dönüşüyor ve bu durumda tam bir karmaşa yaratıyordu. Oluşan karmaşa içinde sınıfsız, sömürüsüz bir geleceğe dair umutlar önemli oranda parıltısını yitirmişti. Yaşanan kafa karışıklığı ve yılgınlıklardan dolayı göklerin fethi sonsuz zamanlara ötelenmişti.  Geleceğe dair yıldızlar pul-pul dökülmüş, ışıklar bir-bir sönmüştü. Birçok insan için özgür bir dünya ve adil bir yaşam yaratma mücadelesi günahkârlığa dönüşmüştü. Yılarca mücadele eden, direnen, devrimcilik yapanlarda geriye dönüşler, dönmeler, dökümler, inancına sırt çevirmeler ve başkalarının yüreğine basa-basa çekip gitmeler başlamıştı. Fransa’da, Rusya’da veya başka ülkelerde devrim parıltısını yitirip sorunlar boy verince devrimi yapan kadrolar bir-birini tasfiyeye yönelmişlerdi.  Acımasız, kanlı ve oldukça tahripkâr geçen bu süreçler tüm ülkelerde devrimin kendi evlatlarını yemesi olarak isimlendirilmişti. Kürdistan’da ise tam tersi bir durum yaşanıyordu. Devrim çocuklarını yemiyor, o devrim uğruna bir ömür acı çeken, her şeyini feda eden, aç kalan, işkence gören, gerektiğinde ser verip sır vermeyen, devrimin şafağında kişilik kazanmış çocuklar devrimi, kemiriyor, yemeye çalışıyordu. 10 yıl, 20 yıl önce red etikleri düzene dönüşü marifet sayıyorlardı. 20–30 yıl önce terk edilen, Hoşçakalın bile denilmeden terk edilen ilişkilere, ardına bakılmaksızın bırakılan okula-işe dönüşler, çocukluk aşkına koşuşlar yaşanıyordu. Dramatik düşüşleri, duyanı şok eden dönüşler, dökülmeler izliyordu. ortam tam anlamıyla bir yangın yeri, can pazarıydı.

 

Bu ortamda Kürdistan devrimine yıllarca hayat veren, farklı gerekçelerle bu uğurda acı çeken, direnen, bedel ödeyen kimi insanlar sağa-sola savrulmuştu. Devrim saflarında yalpalanma ve savrulma en nihayetinde düzene dönüştür. Düzene dönenler geride kalanlarca ayıplanmamak, kötülenmemek, kınanmamak için herkesi kendileriyle birlikte sürüklemek istiyorlardı. Geride direnen kimse kalmasın istiyorlardı. Onlar için o güne kadar direnmemek, mücadele etmemek, Kürdistan’ın bağımsızlığı, Kürt halkının özgürlüğü uğruna bedel ödemekten kaçınmak ihanetti. Fakat gün olmuş devran dönmüştü. Şimdi ise bunlardan bahsetmek, bu uğurda mücadelede ısrar etmek, dönmemek, inancına sırt çevirmemek bu kişiler için İHANET’LE eşdeğerdi. Bu tipler tüm yaşadıklarını, soyut idealler uğruna ölmek mi, yoksa somut kazanımlarla yaşamı yeniden örmek mi biçiminde özetliyorlardı.

 

İnançlarından vazgeçmenin, amaçlarından dönmenin marifet, muhaliflikte ısrar etmenin ise günah sayıldığı bu günlerde herkes için geçmiş yeniden tanımlanıyordu. Gelecek ise belirsizdi. Devrim ve sömürüsüz dünya yaratma amacı kişiler nezdinde tanımsızlaştıkça, hızlanan bir biçimde nihilizm boy veriyordu. Yaşamın anlamsızlaşması kişileri sağa-sola savrulmaya, intihara eğilimli hale getirmeye yol açıyordu. Kimlik ve kişilikler hızla erozyona uğruyordu. Kimlik ve kişiliklerdeki tanımsızlaşma hayatın anlamsızlaşmasıyla birleşince ortaya sürekli kötülükler üreten bir zemin çıkarıyordu. 2003 yazında dışarı adım attığımda, yaşananlar özet olarak böyleydi. Bulunduğum zemin ve çevremde bunlar yaşanıyordu. Dışarı adım attığımda ilk tanık olduklarım, İstanbul yazının boğucu nemiyle birleşince hayat benim için bir kez daha çekilmez olmuştu.

 

Özcesi o günler bir akıl tutulma anı ve insanların duygu düşüncelerle alt-üst oluş zamanıydı. Devrimciler için adil olmayan bu zamanda, özgür akıllarına ve temiz yüreklerine inandığım arkadaşlarımı aradım buldum. Yaşananları tartıştım anlamaya çalıştım. Bu tartışmalar sonucu gördüm ki, değişen toplumlar, onların bağrındaki sosyal çelişkiler değil, tek-tek kişilerin bunları duyumsama, yaşama düzeyi ve tavır alma biçimidir. Tüm manipülatif söylemlere, kafa karıştıran uygulamalara rağmen diz boyu sömürü de, adaletsizlik de, asimilasyon ve inkâr da en pervasız biçimde devam ediyordu. Gelir dağılımındaki uçurumu, bölgelerarası uçurum izliyordu. Sömürü olağan, yoksulluk kadere dönüşmüştü. Kürtlerin halk olarak inkârından vazgeçilmişti. Resmi makamlarca utangaçça da olsa Kürt halkı kabul ediliyordu. Ama bu halkın haklarından bahsetmek yine terörizm ve bölücülükle eşdeğerdi. Hapishaneye girmeden önceki durumdan kimi değişimler yaşanmıştı. Fakat bunlar niteliksel değildi. ‘90’larda isyan gerekçesini oluşturanlar olduğu gibi yerinde duruyordu. Bu nedenle direnmek, mücadele etmek ve muhaliflikte ısrar halen insan olmakta ısrar demekti. Günler süren ruhsal, düşünsel yoğunlaşmalar ve vicdani muhasebeler sonucu aklım ve yüreğim “durma, tutsak düşmeden önce kaldığın yerden yürümeye ve mücadeleye devam et” dedi. O gün bir kez daha yüreğimin komutanı özgürlük ve özgürlük arayışlarının rotası isyandır dedim ve kaldığım yerden yeniden hayata başladım.

 

Yıllar sonra esaret duvarlar ve tel örgüler boyutuyla bitmişti. Dışarıdaydım, hapishane koşullarına göre bir parça da olsa özgürdüm. Fakat tel örgüler ve duvarların ardında yıllarım ve gençliğimin yanısıra sağlığımda kalmıştı. Bu nedenle çıktıktan sonra üç yılı aşkın süre boyunca İstanbul’un muhtelif hastanelerinde ve Avrupa’da tedavi gördüm. Tedavi süresi boyunca devletin ceberutluğu ve sabıka kaydıma işlenmiş isyancı geçmişim yakamı bırakmadı. Sokak ve caddeleri mesken tutmuş tüm polis uygulamalarında, kimlik kontrollerinde her daim “ayrıcalıklı” oldum. Hep şüphe ile bakıldım, saatlerce bekletildim. Geçmişim, yaşadıklarım tekrar-tekrar didiklendi, önüme serildi. Özcesi resmi makamlar nezdinde her daim şüpheliydim. Sürekli izlendim, gözlendim, potansiyel suçlu oldum. Tahliye olduktan iki yıl sonra 2005 yazında hastanede tedavim devam ederken gözaltına alındım. Bir şahsın 2003 yılında “dağda gördüm”  ifadesi ile 4 gün gözaltında tutuldum. Avukatlar bahsedilen tarihte dağda değil, İstanbul’da olduğumu resmi belgelerle kanıtlayınca serbest bırakıldım.

 

Örgüt operasyonları kapsamında yaşanan her gözaltı, serbest bırakılmayla sonuçlansa da hayata bir kez daha başa dönmedir. Sorgu süreci neden-niçin-nasılla başlayan binlerce sorunun karıştırılan arşivlerin, didiklenen geçmişin, hilelerin, entrika ve komploların yeniden-yeniden kişi karşısında pusu kurmaların yaşandığı zaman dilimidir. Tüm bunlar sonuçta kabuk bağlamış, unutulmaya yüz tutmuş eski yaraları yeniden kanatır. Eski acılara yeni acılar katar. Acıların dayanılmaz ağırlığı bir kez daha kişiyi ezer, yüreği ve bilinci kuşatır. Geçmiş ve güncelde yaşananlar iç-içe geçerek kişi için taşınması zor bir yüke, katlanılması imkânsız acılara dönüşür. Acılar kini-öfkeyi büyütür. En nihayetinde bu durumda kişiyi yeniden isyana sürükler.

 

Bir kez siyasi nedenlerle yolu emniyet müdürlüklerine düşenin vay haline derim. Daha sonra serbest bırakılıp beraat etse de, küflenmiş resmi evraklar ve ruhsuz memurlar hiçbir zaman o kişinin yakasını bırakmaz. İstihbarat ve polis ihtiyaç duyduğu zaman ve zeminde bu resmi kayıtları tekrar-tekrar kişinin yüzüne çarpar. 2006 yılının yazında bu gerçeklik benim şahsımda tekrarlandı. O dönem istihbarat tarafında adım-adım takip edilmekteydim. Böyle bir durumdayken sıcak bir temmuz gecesi Diyarbakır’da kaldığım ev baskına uğradı. Gözümü açtığımda yattığım odanın içi tepeden tırnağa silahlı, yüzleri maskeli özel timlerle dolmuştu. Odanın içini kaplayan ter kokusundan nefes alamaz haldeydim. Evin diğer bölümlerinde arama yapanlar arasında ismim havada uçuşuyordu. Arama yapanlar, buranın bomba ve silah deposu olduğunu söylüyor ve bunları benden istiyorlardı.

 

Bana ve bu eve dair böyle bir ihbar mektubu aldıklarını söylüyorlardı. Üç saatlik aramadan hiçbir şey bulunamamıştı. Buna rağmen bu baskına gerekçe yapılan isimsiz ihbar mektubuna dayanarak gözaltına alındım. Gözaltına alınırken ev aramasına dair herhangi bir belge imzalatılmadı. Gözaltında kaldığım süre boyunca sorguda tutuldum. İkinci gün imzalamam için bir ev arama tutanağı getirdiler. Tutanakta suç unsuru teşkil edecek bir şey yoktu. Fakat bana ait olmayan sim kart vb. eşyalar eklenmişti. Bundan dolayı tutanağı imzalamaktan imtina ettim. Bu nedenle sorgucuların hışmına uğradım. Geçmiştekilerle kıyaslanmasa da şiddete maruz kaldım. Dört günlük sorgudan sonra mahkemeye çıkarıldım. Mahkemede isimsiz ihbar mektubu ve sabıka kaydıma dayanarak tutuklandım. Sonrasındaysa davada takipsizlik kararı verildi, serbest bırakıldım.

 

Genelde olduğu gibi Türkiye’de de düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğü güvence altına alındığı oranda muhalefetin kendini ifade etme biçimi olağanlaşır. İllegal örgütlenme ve yasadışı faaliyet yürütme anlamsızlaşır. Olağan koşullarda örgütlenme ve kendini ifade etme imkânı olmadığında ise illegalite ve siyasetin silahlar eşliğinde yapılması kaçınılmaz hale gelir. Bu sade Türkiye’ye özgü bir durum değil, dünya çapında işleyen bir yasadır. 2003 yazında hapishaneden çıktığımda dünya genelinde yaşanan değişimi ve çarpıcı alt-üst oluşu his ettim, gördüm. Bu durumun bir biçimde Türkiye`ye de yansıdığını düşündüm. Bu düşünceden hareketle asgari düzeyde de olsa Türkiye’de olağan ifade, örgütlenme imkânlarının açığa çıktığına inandım. Bu nedenle muhalif duruşumu demokratik alandaki etkinliklerle sürdürmeye çalıştım.

 

Geçmişe dair sabıka kaydının tutuklama gerekçesi olduğu bir zeminde bunun zor olacağı kesindi. Buna rağmen demokratik alandaki çalışmalara katıldım. DTP’nin DTK’nın kuruluş ve kurumlaşma çalışmalarında yer aldım. Sağlık problemlerim ve süren davalar nedeniyle herhangi bir resmi sorumluluk üstlenmedim. Mezopotamya Sosyal Forumu hazırlık çalışmalarında bulundum. Öcalan ‘siyasi irademdir’ kampanyasının yürütücülerinden oldum. Bunun dışında birçok muhalif oluşum ve etkinlikte yer aldım. Tahliye olduğum zamandan yeniden tutuklandığım güne kadar muhalif duruşumu böyle sürdürdüm.

 

Bu bölümü geçmeden üzerine şiirler yazılan, şarkılar bestelenen, uğruna ölümlere gidilen Diyarbakır kentine ilişkin de birkaç şey söylemek istiyorum. Diyarbakır şehri mimarisi ve kültürel birikimi ile tarihsel bir dokuya sahiptir. Çin seddinden sonra dünyanın en uzun surları buradadır. Tüm şehir baştan sona tarihi bir mekân niteliğindedir. Birçok tarihi ve dini mekâna-esere sahiptir. Tüm dinlerin iç-içe geçmişliği kentin kimliğini oluşturmaktadır. Her inancın kutsal mekânı özgürce yan-yana bulunmakta ve bir birini tamamlamaktadır. Cumhuriyet tarihi boyunca kente yaşanan katliam, sürgün, direniş ve mücadele burayı Kürt halkının kimlik, kültür ve özgürlük talepleriyle özdeşleşen bir şehre dönüştürmüştür. Bu nedenle bir yerleşim alanından fazlasıdır.

 

Vicdan sızlatan yoksullukla, zindanlarla, sorgu evleri- işkencehaneler, faili meçhul cinayetlerle, taş atan çocukları, kavga içinde büyüyen asi ve boyun eğmez gençliği, hürriyet ve adalet için yürüyen, direnen, gerektiğinde bedenlerini ateşe vermekten kaçınmayan kadınları ile Diyarbakır apayrı bir şehir, kimlik, kültür ve hayattır. Bu şehirde kaldım, kent sakinleri ile tanıştım, ilişkilendim ve burada uzun sayılabilecek bir zaman diliminde politik çalışmalar yürüttüm. Asil duruşları, direngenlikleri, özgürlüğe olan tutkuları ve emekçi karakterleri ile buranın insanlarını sevdim. Bu kenti ve insanlarını tanıdığım kadarıyla, özgürlüğe sevdalı, ölüme nişanlıdırlar. Kentin çevresinde dağlar, dağlarında sürekli kar var. İsyan dağlarıyla çevrelenmiş kentte, yaşayanların düşlerinde özlenen bahar ve göklerinde burcu-burcu yıldızlar var. Diyarbakır sokaklarından, caddelerinden şöyle bir gelip geçenler, buranın havasını soluyanlar ve tanıyanlar için bu şehir bir sigara gibidir. Ne onunla olur hayat, ne de esaret halindeki onsuz…

 

 

 

 

 

 

 

 

Yeniden Tutuklanma ve rehinelik

 

 

 

Farklı tarihlerde birçok kez gözaltına alındım. En son bir şahsın KCK ile ilişkili olduğuma dair verdiği ifade sonucu Eylül 2008 yılında İstanbul Yeşilköy havaalanında yurtdışına giderken gözaltına alınıp-tutuklandım. Bu gözaltı ve tutuklanmam gazete ve TV’lerde geniş bir biçimde yer aldı. Gözaltı süreci şahsıma karşı teşhir amaçlı kullanıldı. Özellikle iktidar ve cemaat yanlısı yayın organları yalan-yanlış haberlerde sınır tanımadılar. Bu tutuklamada gazete ve TV lerin hakkımda yazdıkları bir sonraki Diyarbakır tutuklanmasının gerekçesi ve iddianamesi olarak karşıma çıktı. Bu sürece ilişkin hem basın kupürlerini, hem sorgu tutanaklarını bu nedenle ek bölüm olarak savunmama aldım.

 

Tutuklandıktan sonra Metris cezaevine götürüldüm. Sonrasında ise Tekirdağ F tipi cezaevine nakledildim. 2008’de 8 ay Tekirdağ F tipi cezaevinde tutuklu kaldım. 21 Nisan 2009 günü ilk kez çıkarıldığım İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından tahliye edildim. Tahliye işlemlerimin yapılmasını beklerken Diyarbakır Cumhuriyet Savcılığı talimatı ile Tekirdağ F tipi cezaevi içerisinde yeniden gözaltına alındım, Diyarbakır’a getirildim.

 

Diyarbakır’da Savcılık ve Mahkeme sorgusundan “KCK/TM içersinde yer almak, bu kapsamda faaliyet yürütmek, sık-sık yurtdışına gidip-gelmek, örgüt toplantılarına katılmak” vb. iddialara dayanılarak yeniden tutuklandım. Hem evrensel hukuk, hem de Türkiye cumhuriyeti yasaları kişi aynı suçtan dolayı iki kez yargılanamaz derse de, İstanbul ve Diyarbakır’da aynı suçlama, aynı iddialarla ikinci kez tutuklandım. Eylül 2008’den bu yana tutukluyum. Ekim 2010 da duruşmalar başlamış olsada henüz mahkeme heyeti ismimi bile sormuş değil. Sadece göstermelik olarak mahkemelere götürülüp-getiriliyoruz.

           

 

 

 SORUŞTURMANIN BAŞLATILMASI

 

 

Dava dosyasını oluşturan evraklara göre Şubat 2007’de başlayıp 3 yıl 4 ay süren bir soruşturma sonunda hakımızda İddianame hazırlanmıştır. İddianameyi hazırlayanlar soruşturmanın TEM Şubenin talebi üzerine açıldığını ifade etmektedirler. Ancak Soruşturma açmayı zorunlu kılan somut suçun ne olduğuna açıklık getirilmemiştir.

 

Sadece istihbarı çalışma neticesinde Diyarbakır’da “PKK/Kongra-Gel adına faaliyet yürüten bir yapı” bulunduğunu ve bu yapı içerisinde yer alan kişilerin dinlenmeye alındığını, süreç içerisinde bu kişiler ile iletişimi tespit edilen yeni kişilerin de dinlemeye alınarak şüphelilerin sayısının arttığını ifade edilmiştir. İddianamede böyle ifade edilse de bu soruşturma PKK/Kongra-Gel adına faaliyet yürüten bir yapıya dönük açılmamıştır. Soruşturmanın başlatılma gerekçeleri 1.2.3.4 ve 5 ek klasörlerde mevcuttur.

 

Ek klasörlerdeki mahkeme kararları ve diğer belgelere göre 14.02.2007 günü Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü’ne Cihan Deniz’in “PKK adına faaliyette bulunduğuna” dair bir ihbar yapılması sonucu bu soruşturma açılmıştır. Yapılan bu ihbar üzerine TEM şubenin savcılığa, savcılığın da mahkemeye başvurusu sonucu önce dinleme kararı alınmış, üç aylık dinleme süresi 16.05.2007 günü uzatılmış ve Cihan deniz’e yönelik yürütülen dinleme faaliyeti bu tarihten itibaren 2007/996 sayılı numara ve dosya üzerinden soruşturmaya dönüştürülmüştür. Yargılandığımız dava dosyasının soruşturması böyle başlatılmıştır.

Soruşturma 14.02.2007 tarihli bir ihbar tutanağına dayalı olarak Cihan DENİZ adına açılmış ve 10 ay boyunca böyle sürdürülmüştür. 10 aylık dinleme ve soruşturmadan sonra herhangi bir değerlendirme yapılmadan, soruşturmaya yeni kişiler dahil edilmiştir.

Soruşturma dosyasına dahil edilenler için talep TEM’den gelmiştir. Bu kişilerin dosyaya dahil edilmelerinin gerekçesi adli dinleme altında bulunan Cihan Deniz’i aramaları olarak belirtilmiştir. Bu suretle dinlenenlerin sayısı artmıştır. Sonrasında adli dinlemede olan bu kişileri arayan başka kişiler hakkında da dinleme kararı alınmıştır. Bu yolla dinlenen kişi sayısı binleri bulmuştur. Hatta kimi basın yayın organlarına ‘bu soruşturma kapsamında 40 bin kişi dinlendi’ biçiminde haberlere konu olmuştur.

 

Bu gelişim sürecine dayalı olarak açılan 2007/996 nolu soruşturma, tamamen TEM’in istemi ve inisiyatifiyle yürütülmüştür. Gerek soruşturma dosyasının açılma nedenleri içerisinde, gerekse iddianamenin hazırlanma anına kadar olan dinleme kararları takip yazıları vb. yazışmalarda şu an iddianamede yer alan konular, iddia ve değerlendirmelerin hiç birisi yer almamıştır.

 

 2007/996 sayılı soruşturma dosyası herhangi somut bir suç şüphesi üzerine açılıp yürütülmemiştir. Sürdürülen soruşturmanın dayanağı eylem ve fiiller dosyada belirtilmemiştir Suç oluşturan hangi somut fiiller talebiyle telefonların dinlendiği ve kişilerin şüpheli hale getirildiği hiçbir biçimde belirtilmemiştir. Ucu açık, konusu olmayan, fiil ve eylemleri tarif edilmeyen,  delilleri olmayan, herkesin ve her şeyin şüpheli hale getirilebileceği bir soruşturma yöntemi izlenmiştir.

 

Dosyada 2007/996 sayılı soruşturma kapsamındaki kişiler hakkında iddianame hazırladığını belirtiliyor. Oysa ek klasörlerdeki belgeler, dinlemeye dair talep yazıları, telefon dinleme kararları, emniyetin soruşturmaya ilişkin hazırladığı raporlar vb. incelendiğinde dosyanın iki ayrı soruşturmadan oluştuğu açığa çıkmaktadır. Dosyada iki ayrı soruşturma numarasının olması bunun kanıtıdır. Dosya 2007/996 ve 2007/1776 sayılı iki ayrı soruşturmadan oluşmaktadır. 2007/1776 sayılı dosyanın soruşturma konusu ve şüphelileri ile 2007/996 sayılı soruşturma dosyasından ayrı olduğu TEM şube raporlarında ve mahkemelerin izleme, dinleme kararlarında da yer almaktadır.

 

Bu soruşturmaların her biri farklı zaman, farklı kişiler ve farklı nedenlerle açılmıştır. Fakat hazırlanan iddianamede tüm bunlar yok sayılmıştır. Tüm veriler tek soruşturma dosyasına aitmiş gibi ele alınmıştır. İki soruşturmanın birbiriyle ilişkisi yoktur. Daha sonra bunların birleştirildiğine dair de dosyada herhangi bir karar bulunmamaktadır. Buna rağmen İki ayrı soruşturma gerçekliği yok sayılarak tek iddianame hazırlanmıştır.

 

2007/996 sayılı soruşturma 14 Şubat 2007 tarihinde Cihan deniz adına açılmıştır. 10 ay bu tarzda devam etmiş, daha sonra başka bireyler bu sürece dahil edilmiştir. 2007/1776 sayılı soruşturma ise 09.10.2007 tarihinde Diyarbakır Dicle’de yakalanan bir şahsın emniyet müdürlüğünde ki mülakat ifadesi gerekçe gösterilerek başlatılmıştır. 2007/1776 sayılı soruşturmanın konusu ve dinleme kararlarındaki gerekçesi örgütle ilişkili olmak, milislik yapmak ve malzeme temin etmektir. Burada dinlemeye alınan kişileri arayan her kes için de ayrıca dinleme kararı alınarak süreç içerisinde dinlenen kişi sayısı artmıştır. Ayrıca bu soruşturma dosyasında ki iddialar ile mevcut iddianameye konu olan iddialar arasında bir ilişki-bağlantı söz konusu değildir.

 

 2007/996 sayılı soruşturma dosyası Şubat 2007’de telefon dinlemeleriyle yürütülürken 25 Ocak 2008’den itibaren ise yeni bir kararla ortam dinlemeleri devreye konulmuştur. Teknik araçlarla izleme ve dinleme kararı başlangıçta 6 kişi için alınmıştır. Daha sonra DTP Yerel Yönetimler Bürosu da bu dinlemelere dahil edilmiştir. DTP Yerel Yönetimler Bürosuna ilişkin alınan dinleme kararı büronun adresine dayalı ve genel bir karardır. Bu karar alınırken burada bulunan ya da çalışanlardan herhangi kimse için dinleme kararı alınmamıştır. Soruşturma sayı numarasında ismi geçen kişilerin bu adrese gidip gelmeleri dinleme kararı için yeterli neden sayılmıştır. Bu yolla “bir şüphelinin gidebileceği her adresin dinlenebileceği” gibi hukuk dışı bir durum yaratılmıştır. Ortam dinlemesine ilişkin büro yönündeki ilk karar 04.04.2008 tarihlidir. Bu tarihte başlayan ortam dinlemeleri, 14 Nisan 2009 tarihine kadar mutad sürelerle devam ettirilmiştir. Bu süre boyunca şüphelisi belli olmadığı için bu adrese, hatta binaya giren çıkan herkes -şüpheli olsun olmasın- dinlenmiş, takip edilmiş görüntüleri çekilerek fişlenmiştir.

 

2007/996 ve 2007/1776 sayılı soruşturma dosyaları öncelikle telefon dinlemeleri, devamında ortam dinlemeleri ile TEM şube tarafından yürütülmüştür. TEM kimi dinlemek istemişse savcılığa iletmiş ve C.Savcısı ile hakimler de bunların gereğini yerine getirmiştir. En önemlisi yürütülen soruşturmanın hiçbir biçimde KCK/TM ile ilişkisi kurulmamıştır. İddianamede yer alan konuların hiç birinin bu soruşturma dosyasındaki kararlarda yer almadığı, genel evraklar incelendiğinde açığa çıkmaktadır.

 

Dosyada yer alan yüzlerce dinleme-izleme kararı, iddia edilen örgütle ilgili değildir. İki yılı aşkın bir süre dinleme-izleme yapılmıştır. Bunlardan bir havuz oluşturulmuş ve sonrasında teknik dinlemeler yoluyla elde edilen bu veriler özel olarak işlenmiştir. Bunlardan deliller imal edilmiştir. Bunun tamamlayıcısı olarak, gerçekten olup olmadığı kesin olamayan birkaç gizli tanık devreye sokulmuştur.

 

Operasyondan sonra iddianamenin uzun süre çıkmaması, davanın tamamen politik olduğunu kanıtıdır. Davada rehin alma amaçlı önce tutuklamaya gidilmiş, daha sonra deliller oluşturulmaya çalışılmıştır. 14 Nisan’da suçlu ilan edilerek, kamuoyunda linçe tabi tutulan insanlar, mahkemeye çıkmak için 18 ay beklemişlerdir. Uzun süre sonra hazırlanan iddianame, çelişkileri maddi hata ve yüzeysellikleriyle basit bir karalama düzeyini aşmamıştır. Yeni bir örgüt açığa çıkarma, deşifre etme iddiasıyla hareket edilmiştir. Fakat açığa çıkarılan, keşfedilen örgüt; TBMM temsil edilen Demokratik Toplum Partisi olmuştur. DTP ve sivil toplum örgütlerinin çalışmaları–çalışanları “KCK/TM” olarak tarif edilmiştir. Tarif edilen bu örgütlenmenin nerede, ne zaman ve kimler tarafından kurulduğu es geçilmiş ve izahat yapılmamıştır.

 

Dosya içerisinde neredeyse Türkiye’deki tüm muhalif çalışmalar KCK/TM’ye mal edilmiştir. Fakat KCK/TM’nin kaç kişiden, kimlerden oluştuğuna izahat getirilmemiştir. Yani suçlama konusu örgüt kâğıt üzerinde bile oluşturulamamıştır. Şahsım ve birçok arkadaşım hakkında örgüt kurmak-yönetmekten dava açılmıştır. Fakat kurup yönettiğimiz iddia edilen örgüt kâğıt üzerinde bile kurgulanmamış, tarif edilememiştir. Bu örgütün nerede, ne zaman ve kimler tarafından kurulduğu izah edilememiş, somutlaştırılamamıştır.

 

KCK/TM’nin gelişim sürecinin anlatılması da baştan sona sorunludur. İddianamede suçlama konusu yapılan örgütün gelişimi TÜDEK, TK ve TM örgüsüne dayandırılmıştır. TÜDEK ve TK örgütlenmesinden sonra TM’nin geliştirildiği iddia edilmektedir.

 

Dosyada illegal olarak tarif edilen örgütün vahamet arz eden eylemlerde en azında iddianın kendisi kadar vahimdir. Bir yerde suç-yargılama ve ceza konusu yapılan toplumsal örgütlemeler ve onların eylemleri varsa bunlara bakarak oradaki rejimin niteliğini belirlemek mümkündür. 20. yüz yılda burjuva hukukuna göre suç kapsamında olan birçok düşünce, örgütleme biçimi ve etkinlik güncelde suç olmaktan çıkmıştır. Çünkü 20. yüz yıl boyunca her alanda belirleyici olan ulus-devlet formu ve onun zor gücüdür. Günümüzde ise bu olgu önemli oranda aşılmıştır.

 

Günümüzde iktidarlar kendileriyle uyumlu olsun olmasın daha geniş örgütlemelere saygılı davranmak durumundadır. Bu iktidarların bir lütufu değil, insanlığın ulaştığı gelişmişlik düzeyinin bir sonucudur. Bu durumda olmayan ülke ya da toplum sayısı oldukça azdır. Türkiye, İran, Kuzey Kore gibi ülkelerle sınırlıdır. Bahsi geçen ülkelerde geçerli kural “düşünebilirsin, ama düşünceni açıklayamazsın” kuralıdır. “Düşünebilirsin ama düşünceni örgüte ve eyleme dönüştüremezsin” yaklaşımıdır. Bu ülkelerde düşüncenin kendisi suç olduğu gibi onun örgütleme ve ifade biçimi de suç kapsamındadır. İran’da her türden rejim muhalifliği Allah düşmanlığı olarak tanımlanır ve idamla cezalandırılır. Aynı durum Türkiye’de bölücülük, terörizm tarzında somutlaşıyor. Örgütleme biçimi, mücadele metodu ne olursa olsun, her türden muhalefet böyle yaftalanıp cezalandırılmaktan kendini kurtaramamıştır. Vahamet arz eden veya etmeyen biçiminde dava dosyasına konulan eylemler bu kapsamdadır.  

 

Dosyada yargılama konusu yapılan örgütün 2007’de kurulduğu iddia edilmektedir. Fakat iddianamenin ilerleyen bölümlerinde 2006’da gerçekleşen olaylar bu örgüte mal edilmektedir. Bu örgüt tarafından organze edildiği, yönetildiği iddia edilmektedir. Bu yolla 28 Mart 2006’da Diyarbakır’da meydana gelen toplumsal olaylar sözkonusu edilen örgüte mal edilmektedir. Bundan hareketle örgütü kuran, yöneten iddiasıyla birçok kişiye ağır cezalar istenmektedir. İddianamede 11 kişi için istenilen ağırlaştırılmış müebbet cezası bahsi geçen 2006 Mart Diyarbakır olayları ve 2009 da Urfa Halfeti ilçesinde yürüyüş yapan kitleye yönelik güvenlik güçlerinin müdahalesi sonucu iki kişinin hayatını kaybetmesi olaylarına dayandırılmaktadır. Her iki olayda güvenlik güçleri sivil halka saldırmış ve can kayıpları bu saldırılarda yaşanmıştır. Bunun en tartışmasız kanıtı ölümlere ilişkin otopsi raporlarıdır.  Dosyada yargılananların bu olaylarla ilişkisi ancak mağduriyet boyutu ile vardır. Bu olaylarda hayatını kaybedenler, yargılananların arkadaşları, dostları ve yoldaşlarıdır.

 

Dosyada vahamet arz eden eylemler olarak tanımlanan etkinliklerin tamamı sivildir. Hiçbirinde doğaya, çevreye ya da başka kişilere zarar verme durumu yoktur. Asgari demokratik kuralların olduğu ülkelerde bu etkinlikleri bırakalım vahamet arz etmesi, suç kapsamında bile ele almak mümkün değildir. Herhangi bir konuda düşünce beyanında bulunmak, düşüncelerini basın toplantısı ya da farklı biçimlerde kamuoyuyla paylaşmak demokratik hakların en asgarisidir. Bu hakların kullanılmasını engellemek, baskılara karşı pasif eylem biçimi olarak başvurulan açlık grevini yasaklamak, tarihsel ve kültürel değeri olan Hasankeyf kentinin baraj altında kalmasına muhalefet etmek, ağaç dikmek, festival düzenlemek vb. etkinlikleri yargılama konusu yapmak, vahamet arz eden faaliyetler olarak ele almak terörizme karşı mücadele değil, yargı yoluyla bizzat devlet terörünü uygulamaktır.

 

İddianamede sıralanan eylemlerin tamamı DTP genel merkezinin resmi olarak üstlendiği, çoğu için İçişleri Bakanlığı’ndan izin alıp örgütleyerek yürüttüğü çalışmalardır. Bu durum iddianamede kanıt olarak sunulan verilerde de sabittir. Vahim olarak sıralanan eylemler açlık grevi, basın açıklaması, Hasankeyf’i sahiplenme, ağaç dikme vb’dir. Her yurttaşın doğal hakkı olan bu etkinlikleri düzenleyenler açık olmasına rağmen her hangi bir bağ kurulmadan etkinlikler dosyada yargılananlara mal edilmiştir. Buna dayanılarak ağır cezalar talep edilmiştir. Termik santrale karşı çıkmanın, açlık grevi yapmanın vahamet arz eden eylemler olarak değerlendirildiği bir iddianame hukuksal metin olarak değerlendirilemez. Dosyada vahamet arz eden eylemler olarak sunulan etkinliklerin birçoğu daha önce mahkemelerde dava konusu olmuş ve tamamı takipsizlik-beraatla sonuçlanmıştır. Bu gerçeklikten dolayı iddianamenin içeriği hukuki bir savunmayı anlamsız kılıyor.

 

 Bu davada her hangi bir hukuksal norm yoktur. Yargılanma, tamamen asimilasyonist mantığın ve alışkanlıkların, toplumsal sorunları baskı ile çözme kültürünün bir sonucudur. İddianameyi hazırlayanların hayal gücünün ürünü olan kurguları iddialar, suçlanmalar ile tutuklanmamızın ve Nazi uygulamalarını aratmayan bir biçimde kelepçelenmemizin özeti budur.

 

Hazırlanan iddianame davadaki çarpıklığın temel göstergesidir. Çünkü iddianame eldeki maddi verilere göre değil, yüz yıllık paranoya, ön yargılara ve efendi köle diyalektiğine dayalı bir mantıkla hazırlanmıştır.  Yargılananlarımızın tümü iki yıla aşkın bir süre boyunca özel-genel hayat demeksizin adım-adım izlenmiş, takip edilmiş, telefonları dinlenmiş, son teknoloji kullanılarak aile içi sohbetleri veya arkadaşlarıyla yaptığı konuşmalar ortam dinlemesi adı altında kayıt altına alınmıştır. Tüm bu kayıtlarda takip edilen, izlenen, dinlenen bizlerin bölücülükle, suçla, şiddetle bağı bulamamıştır. Bu nedenle iddianame maddi deliller yerine bu yönlü varsayımlar ve faraziler üzerine kurulmuştur. Niyet sorgulama veya kişilerin sohbetlerinde geçen kimi kelimelerden suç ve delil üretilmeye çalışılmıştır.

 

Operasyon ve tutuklanmanın üzerinde yıllar geçmesine rağmen hâkim ve savcıların dava dosyanı tam olarak okumadıkları verdikleri kararlardan belli olmaktadır. Geçen süre boyunca yapılan işlemlerin tümü yasal zorunlulukların şekli olarak yerine getirilmesidir. Hukuki olmayan uygulamaların kılıfına uydurulmasıdır. Ocak 2008 de hakkımda başlatılan fiziki ve teknik takip yakalandığım Eylül 2008 de sonlandırılmamış, Metris ve Tekirdağ Cezaevinde bulunduğum dönem boyunca da devam ettirilmiştir. Dosya hukuki olmamanın yanı sıra her tarafında çelişkiler barındırmaktadır. İddianame içerik olarak birbiriyle çelişen, birbirini boşa çıkaran bölümlerden oluşmaktadır.

 

Dosya hukukçular tarafından değil, Emniyet Müdürlüğü TEM polislerince hazırlanmış ve savcılara teslim edilmiştir. Dosya içerik, hedef ve amaç itibariyle olağanüstüdür. Türkiye benzer uygulamalara 12 Eylül’de tanıklık etmiştir.

 

İddianame ve yargılama için olağanüstü tanımı yapıyoruz. Çünkü dosyanın her tarafında ilginçlikler, çelişkiler bulunmaktadır. Örneğin olağan yargı sisteminde dava dosyaları UYAP üzerinden dağıtılıyor. Fakat yargılandığımız dava dosyası uyap sistemi devre dışı bırakılarak özellikle 6 ağır ceza mahkemesine verilmiştir.

 

Bu durum basına yansıyan haberlere konu olmuştur. Basında dosyanın 4. ACM’ ye düştüğüne dair haberler çıkmıştır. Bu haberler üzerine Cumhuriyet savcılığı ‘henüz iddianame çıkmadı’ diyerek yalanlama yoluna gitmiştir. Fakat birkaç gün sonra dosyanın alel-acele 6 özel yetkili ceza mahkemesine verildiği açığa çıkmıştır. Dava dosyası normal rutin işlemler yapılarak 6 ağır cezaya verilmemiştir. Hiçbir alakası olmadığı halde başka bir dosyaya ile bağı var denilerek uyap sistemi devre dışı bırakılmış ve direk 6 ağı cezaya verilmiştir. Dosyaların bir-birileri ile hukuki irtibatı olsa bile birleştirme ancak yargılama aşamasında yapılabilir. Daha mahkemece kabul edilmemiş bir dosya üzerinde böyle bir işlem yapılamaz.

 

Dosyanın kabul süreci daha ilginçtir. Mahkeme yedi bin beş yüz sayfası iddianame, yüz yermi sekiz bin sayfa ek belgeler olmak üzere toplam 135 bin sayfayı 11 günde inceleyerek iddianameyi kabul etmiştir. Mahkeme heyeti okumadığı-içeriğini bilmediği bir iddianameyi kabul etmiştir. Çünkü ek klasörleriyle toplamında 135 bin sayfayı bulan dosyayı bu kadar kısa sürede okumak mümkün değildir. Mahkeme heyetinin iddianameyi okumuş olması için günde 13 bin sayfa okuması ve geçen süre içersinde başka hiçbir işle uğraşmaması gerekir. Günde 13 bin sayfa okuma imkânsız olduğuna göre mahkeme heyeti okumadığı, inceleme yapamadığı, içeriğini bilmediği bir iddianameyi kabul etmiştir.

 

 

 Soruşturmaya dahil edilmem

 

 

 

25.08.2007 tarihinde Diyarbakır Dicle ilçesinde gözaltına alınan bir şahsın emniyet mülakatındaki anlatımı üzerine soruşturma başlatılmıştır. Dosyadaki belgelere göre şahıs ifadesinde Diyarbakır’da PKK adına milislik yapan, malzeme temin eden ve kırsal alana aktaran şahısları tanıdığını beyan etmiştir. Bu yolla 16 kişi hakkında ifade vermiştir Teşhis işlemlerinde benimde resmim mülakat sahibine gösterilmiş ve hakkımda ifade alınmıştır.

 

 

Evraklar bütünlüklü incelendiğinde şahsın olağan ifade akışı içerisinde bana dönük lehte ya da aleyhte her hangi bir beyanı bulunmamaktadır. Şahıs ikrarda bulunmaya başlayınca kolluk kuvvetleri alelacele şahsın önüne fotoğraflarımı koymuş ve bana dönük ifade alma arayışına girmişlerdir. Bu durumu şahsın ifade tutanakları ve tutulan zabıtlar da doğrulamaktadır. Bu mülakat ifadesi, daha sonra kollukta avukat huzurunda alınan ifadelerde, savcılık ve hâkimlik aşamasında devam etmemiştir. Avukat huzurunda ifadesi alınırken, ne şahsımla ilgili bir soru sorulmuş, ne de ifade veren şahıs bu yönlü herhangi bir beyanda bulunmuştur. Şahıs,   savcılık ve hakimlikte ise bahsi geçen beyanların kendisine ait olmadığını, hiç kimseyi teşhis etmediğini, fotoğraftaki şahısları tanımadığını söylemiştir. Bu tutumunu daha sonra tüm yargılama aşamasında devam ettirmiştir. Ayrıca kollukta bu şahsa yönelik işlemler yürürlükteki mevzuata göre yürütülmemiştir. CMK da 5 yıl ve üstü ceza gerektiren suçlarda kolluktaki ifade işlemlerini avukat huzurunda yapılmasını şart koşar. Buna aykırı hareket etmeyi yasaklar. İsmi geçen şahıs örgüt üyeliği kapsamında gözaltına alınmıştır. İfadesi bu çerçevede alınmıştır. Buna rağmen işlemler avukat huzurunda yapılmamıştır.

 

25.08.2007 tarihinde yakalanan şahsın verdiği iddia edilen ifadelere rağmen, şahsıma dönük her hangi bir işlem yapılmamıştır. Elde edildiği iddia edilen ifadeler doğru, maddi gerekçelere dayalı ve ciddi olsaydı, soruşturmayı yürütenler şahsımı da dâhil ederdi. Fakat bu yönlü her hangi bir işlem yapılmamıştır. Şahsın ifadesi ya yasal olmadığı ya da savcılık hakimlik aşamalarında doğruluğu teyit edilmediği için soruşturmada ismi geçen şahıslara yönelik herhangi bir işlem yapılmamıştır.

 

Diyarbakır Cumhuriyet Baş Savcılığı 28.09.2007 ve 2007/1698 soruşturma numaralı yazısıyla Diclede yakalanan şahsın mülakat ifadesinde ismi geçen şüphelilerin “savunma ve delillerin tespiti, tanıkların bilgi ve görgüsünün tespiti, sair maddi delillerin ve tanıklara şüphelilerin teşhisi yaptırıldıktan sonra şüphelilerin mevcutlu hazır edilmeleri” yönünde TEM Şube Müdürlüğüne yazı yazmıştır. TEM (terörle mücadele) şube bu istem doğrultusunda herhangi bir işlem yapmamıştır.  Cumhuriyet savcılığının benimde dahil olduğum 9 kişi hakkında verdiği mevcutlu mahkemeye getirilme ve ifadelerine başvurma talimatı emniyetçe yerine getirilmemiştir. Emniyet bu talimata dayanarak sabıka kayıtlarımızı incelemiş ve telefonlarımızın dinlenmesini talep eden bir rapor hazırlanmıştır. Daha sonra bu raporla savcılığa başvurarak telefonlarımızın dinlenmesini istemiştir.

 

Buna ilişkin ek klasörlerdeki yazışma belgelerine baktığımızda bir kişiyi dinlemek için sabıka kaydının varlığının yeterli görüldüğü açığa çıkmaktadır. TEM’ in hazırladığı 06.10.2007 tarihli dinleme talep eden raporu bunu kanıtlamaktadır. Sabıka kaydım ve şahsın üzerime verdiği ifade nedeniyle telefonum dinlenmeye alınmış, sonrasında ise soruşturma açılmıştır. 09.10.2007 tarihinde TEM’in talebi üzerine Cumhuriyet Savcılığının, milislik yapmak ve örgüte malzeme temin etmek isnadı ile telefonumun dinlenmesi için mahkemeye başvurmuştur. Özel Yetkili 6. Ağır Ceza Mahkemesi de aynı gün şahsım dâhil 9 kişinin telefonlarının 3 ay boyunca dinlenmesi için karar vermiştir.

 

Bir kişi ya da konuda soruşturma açmak için, CMUK’UN 161. maddesinde düzenleme yapmıştır. Bir soruşturma için şüphenin kuvvetli varlığı şart konulmuştur. Yani ortada kuvvetli şüphe yoksa soruşturma açılamaz.

 

Burjuva hukukunun açmazı ona aynı an da zıt misyonlar yüklenmiş olmasındandır. Bir yanda özgürlükleri koruma misyonu verilirken, aynı an da soyut bir kamu tanımı adına bireylere ve topluma sınır koyma görevi de verilir. Bu durum burjuva hukukunu her an ve zeminde çelişkilerle, açmazlarla karşı karşıya bırakır. Bu karakteri burjuva hukukunu yasakların koruyucusu ve egemenliğin bekçisi haline getirir. Bu düalist öz hem hukuk alanında bir kimliksizliğe neden olur ve hem de her isteyenin bu ilanda istediği gibi uygulamalara başvurmasına zemin teşkil eder. Örneğin; Türkiye Cumhuriyeti anayasasının 19. maddesi “herkes kişi güvenliği ve hürriyetine sahiptir” der. 22. madde ise, herkesin haberleşme hürriyetine sahip olduğunu, haberleşmede gizliliğin esas olduğunu ifade” eder. Fakat başka bir maddedeki düzenlenme buna zıtlık teşkil eder, bunu boşa çıkarır, anlamsızlaştırır. Anayasanın bu düalist içeriği yasaların karakterini de belirler. Ceza kanunun 135 maddesi iletişimin dinlenmesini tam da bu düalist karaktere göre düzenler. “Bir suç dolayısıyla yapılan soruşturma ve kavuşturmada suç işlendiğine ilişkin kuvvetli şüphenin varlığı ve başka suretle delil elde edilmesinin imkânın bulunmaması halinde” iletişim dinlenir denir. Soruşturma özgülünde bizlere karşı uygulamada bu öze sahiptir.

 

Dava dosyası kapsamında 09.10.2007 tarihinde şahsımın da içerisinde yer aldığı 9 kişi için dinlenme kararı alınmıştır. Aynı çerçevede 2007/1776 sayı numarasıyla hakkımda soruşturma açılmıştır. Bu soruşturmada isnat edilen suçlama, milislik yapmak ve örgüte malzeme temin etmektir. Bunlar hakkımda dinleme kararı alınması için yasanın ön gördüğü kuvvetli şüphe sayılmış ve önce telefon dinleme kararı alınmış, ardından da soruşturma açılmıştır. 09.10.2007’den 09.04.2008’e kadar devam eden dinlemelere ilişkin alınan kararlar yasaların öngördüğü biçimdedir. İsim, soyisim, TC kimlik no, neden dinlendiği ve dinleme süresi vb çerçevesindedir. Fakat 09.04.2008’den itibaren ise sadece soruşturma numarası ve Örgüt adına faaliyet yürütme gibi genel bir gerekçe sunularak, kime ait olduğu belli olmayan telefon numaralarına dayalı kararlar alınmıştır.

 

Emniyet salt telefon numaralarına dayalı dinlenme talebinde bulunmuş, savcılıklar bu talebi uygun görüp mahkemeye iletmiş, mahkemelerde yürürlükteki mevzuata bakmaksızın bu talepleri olduğu gibi onaylamıştır.  Bazen vicdanların kabul etmeyeceği akla ziyan yaklaşımlarla aynı an da 4–5 ayrı telefon numarası kullandığıma dönük kararlar alınmıştır. 2–3 ay dinlendikten sonra bu dinlenme kararları gerekçesiz sonlandırılmıştır. Dinlenen bu numaraların dinlenme sonuçlarına ilişkin de her hangi bir tape dosyaya konulmamıştır.

 

Bilinçli bir biçimde kararlar PKK adına faaliyet yürütme ve 996 soruşturma kapsamındaki şahıslar biçiminde genel geçer gerekçelere dayandırılmıştır. İstendiği anda, istenen kişileri dinleme ve soruşturmaya dahil etme amacıyla böyle davranılmıştır. Sonuçta yapılan da bu olmuştur. Kolluk kuvvetleri bu usulsüz işlemlerle toplumun değişik kesimlerindeki yüzlerce insanı dinlemiş ve soruşturmaya dahil etmişlerdir. Dinlenen kişilerin bir kısmı dosya sanığı haline getirilirken, birçoğu hakkındaki dinlenmelerin akıbeti halen belirsizdir. Hakkımdaki telefon dinleme karaları İstanbul’da tutuklanmamdan sonra 07.10. 2008 tarihinde sonlandırılmıştır. 

 

Türkiye’de telefon dinlenmeleri sürekli sorun teşkil eden ve tartışılan bir olgudur. Kuşkusuz bunun mevcut yasalardaki çarpıklıkla bağı vardır. Fakat esas olarak sorunun kaynağı uygulayıcıların zihniyetidir. Zihniyet, tüm toplumun izlenmesi-dinlenmesi ve denetlenmesi gereken bir yapı olarak görünce eldeki altın bile tenekeye dönüşür. Tüm toplumu düşman kategorisine sokmak ve kendisine kurtarıcı misyonu biçmek Türk bürokrasi tarihini tanımlar ve bürokratizmin kötünün-kötüsü bir hastalığıdır. Tarih boyunca bürokrasi için Kürt, Solcu, Alevi, Suni, Roman, Ermeni vb. halkları-kimlikleri düşman kategorisindedir. Dolayısıyla bunları bastırmak için kullanılan her türlü metot meşru sayılmıştır. 

 

 

İddianamenin şahsıma ilişkin bölümünde toplam 97 ayrı telefon görüşmesi ve sms yer verilmiştir. Bunlar 2007/1776 sayı numaralı başka bir soruşturma kapsamında yapılan dinlemelerdir. Bunların bir kısmı yaptığım görüşmeler olurken, geri kalanı üçüncü şahısların kendi aralarındaki görüşmelerde Ramazan isminin geçmesinden dolayı dosyaya konulmuştur. Dosyaya konulan bu görüşme içeriklerinin hiçbiri iddianamedeki suçlamalarla ilgili değildir. Suç ve suçlamayla ilişkisi olmayan olağan sohbetler, uzun-uzadıya yorumlara tabi tutularak iddianameye taşınmıştır. Telefon konuşmalarında geçen “nerdesin, ne yapıyorsun, nasılsın” vb. kavramlar bile rapor alma-rapor verme olarak değerlendirilmiştir. Basın açıklaması, gösteri vb. gözaltına alınanlara ilişkin yapılan konuşmalar aynı kapsamda değerlendirilmiştir Görüşmelerin içeriği ile bunlara ilişkin yapılan yorumlar arasında herhangi bir bağ bulunmamaktadır. 

 

Telefon görüşmelerinde geçen belediye, belediye başkanı, parti vb. kavramlar suç unsuru olarak ele alınmış, öyle yorumlanmıştır. Örneğin: Cihan Deniz isimli arkadaşıma yazdığım ve sadece “nasıl geçti” den oluşan SMS’ ye arkadaşımda “İyi, belediye başkanıyla görüşmeye gidiyorum” cevabı vermiştir.   Bu iki SMS’ iddianamede şöyle yorumlanmıştır. “Cihan Deniz’in belediye meclis üyelerini toplantıya alacağını, bu bağlamda örgütün Türkiye Yürütmesinde yönetici olarak faaliyet yürüten şüpheli Cihan Deniz ve Ramazan Morkoç’un belediye başkan yardımcıları ve belediye meclis üyelerini sık-sık toplantılar yaparak örgütün Avrupa ve KCK/TM sorumlusu Sabri Ok’un talimatlarını aktardığını ve belediyeleri bu doğrultuda yönlendirdikleri anlaşılmaktadır.”  İki cümlelik SMS’ ten yola çıkarak bu yorumlar yapılmıştır. Bu yaklaşım tüm iddianameye damgasını vurmuştur. Rahatsızlığımdan dolayı hastaneye gitmem, bu kapsamda yaptığım görüşmeler ve geçmiş olsun amaçlı aramalar onlarca ayrı tape biçiminde dosyaya taşınmıştır. Diğer illerde süren davalarıma ilişkin avukatlarımla yaptığım görüşmelerde aynı kapsamda ele alınmıştır. Konuşmalar suç teşkil etmemesine rağmen iddianameye taşınmıştır. Her yıl farklı bir ülkede düzenlenen Sosyal foruma ilişkin yaptığım görüşmeler toplam 18 ayrı tape olarak iddianameye konulmuştur. Bahsi geçen etkinlikler her yıl farklı bir ülkede toplanmaktadır. Buna rağmen sosyal forumun kendisini illegal bir faaliyet olarak görülmüş, bu kapsamda yapılan tüm görüşmeleri iddianameye taşınmıştır.

 

Fiziki-teknik takip ve ortam dinlemelerinde yapılan usulsüzlükler, telefon dinlemelerinde yapılanları aşan düzeydedir. Bu uygulamalarda en az telefon dinlemeleri kadar hoyratlıkları barındırmaktadır. Burada hayat bulanlar adeta bir suçlu barındırdığı için tüm bir şehri yakmaya benziyor.  Anayasa ve yasalar, özel hayatın gizliliği ve dokunulmazlığını güvence altına alırlar. Soruşturma özgülünde ise düzenlemeler ters orantılı işletilmiştir. Dosya kapsamında soruşturulan kişilerin yanı sıra onlarla tesadüfen aynı zeminde-mekânda bulunan soruşturmayla alakası olmayan insanlarda izlenmiş, dinlenmiş, konuşmaları kayıt altına alınmış ve fişlenmişlerdir.

 

Bu kapsamda 25.01.08 tarihinden,14.04.2009 tarihine kadar şahsım dahil 6 kişi için fiziki-teknik takip ve ortam dinlemesi kararı alınmıştır. Kararın gerekçesi PKK adına faaliyette bulunmaktır. Bir buçuk yıla yakın devam eden bu izlemeler kapsamında günlük olarak konuşmalarımız kayıt altına alınmış ve tutanaklar tutulmuştur. Daha sonra DTP Ekoloji ve Yerel Yönetimler Bürosu içinde ortam dinlenmesi kararı alınmıştır. Bu kararın gerekçesinde şahsım ile birlikte fiziki, teknik takip altında olan 6 kişinin buraya sık-sık girip çıkmaları ve burada toplantı yapmaları gösterilmiştir. Fakat dosya kapsamında fiziki ve teknik takip ile ortam dinlemelerinin ilk başladığı 25.01.2008 tarihinden DTP yerel yönetimler bürosunun dinlenmeye başlandığı 04.04.2008 tarihi arasında hakkımızda tutulan izleme-takip tutanakları gerekçedeki iddiayı yalanlamaktadır. Çünkü büronun dinleme gerekçesinde belirtildiği gibi bırakalım sık-sık büroya gitme ve orada toplantı yapmaya bahse konu tarihler arasında sadece 26.01.2008 tarihinde bir kez büroya girip-çıktığım takip tutanaklarında yer almaktadır. Düzenli olarak tutulan tutanaklar ek klasörler biçiminde dosyaya taşınmıştır. Dinleme-izleme süreci boyunca her hangi bir suç unsuruna rastlanmadığı tutanaklardan anlaşılmaktadır.

 

Buna rağmen esas dijital terör, ya da teknik terör bu alanda uygulanmıştır. Farklı mekân-zamanlarda yapılan sohbetler teknik kullanılarak yeni baştan dizayn edilmiştir. Yapılmayan sohbetler yapılmış gibi gösterilmiş, hedef seçilen kişiye ait olmadığı halde kimi konuşmalar ona aitmiş gibi düzenlenmiştir. Şahsıma mal edilen kimi ortam görüşmeleri böyledir. Bahsi geçen ve bana mal edilen bazı görüşmelerin yapıldığı tarihte yurt dışında olduğum hem pasaport-havaalanı kayıtları, hem de emniyetin hakkımda tuttuğu izleme tutanakları kanıtlamaktadır. İddianamede şahsıma ilişkin bölüme toplam 22 ortam görüşmesinin kayıtları konulmuştur. Bunların 12 tanesi gıyabımda yapılmış sohbetlerdir. Bunların tamamı, cezaevinde bulunduğum zaman dilimine tekabül etmektedir. Çoğunluğu İstanbul’daki yakalanmamla ilgilidir. Niçin yakalandığım, nasıl yakalandığıma ilişkin basında çıkan haberler üzerine yapılan tartışmalardır. Bir kısmında ise sadece Ramazan’ın ismi geçtiği için bana mal edilip dosyaya alınmıştır. İşin özü DTP yerel yönetimler bürosunda yapılan sohbetlerde her Ramazan ismi geçen bölüm bana mal edilip dosyama konulmuştur.

 

Sonuç olarak; dosya bütünlüklü incelendiğinde işlenmiş herhangi bir suç sözkonusu değildir. Politik amaçlarla imal edilmiş suçlamalar ve bunların toplamında oluşmuş bir dosya vardır. Dinleme talep yazıları, dinleme kararları, izleme tutanakları ile savcılık ve sorgu tutanakları, iddianamenin içeriğini yalanlamakta, boşa çıkarmaktadır. Şahsıma yönelik 444 gün boyunca teknik takip, fiziki takip ve teknik dinleme kararları alınmış, bunlar uygulanmış ve sonuçları tutanaklara bağlanmıştır. Fakat bu tutanaklar mevcut iddianameyi güçlendiren, doğrulayan değil, yalanlayan bir içeriğe sahiptirler. Bu konuda yapılacak bir karşılaştırma bu operasyonun nasıl yürütüldüğü ve hangi politik saiklerle iddianamenin düzenlendiğini açığa çıkaracaktır. Hakkımda herhangi bir suç unsuruna rastlanmamasına rağmen dinleme, fiziki ve teknik takip sürekli tekrar-tekrar uzatılma yoluna gidilmiştir. Bu olgu tek başına dosyadaki hukuksuzluğu göstermeye yetmektedir. Mevcut durumda bu davadan dolayı uzun süredir tutukluyum. Hukukun politik intikam silahına dönüştüğü bir ortamda bu sürenin daha da uzaması kaçınılmazdır.

 

Dosyadaki ek klasörler incelendiğinde insanın karşısına devletin gizli damgalı belgeleri ve yüzünün yanısıra uygulamalardaki anlamsızlık ve mantıksızlığı da çıkar. Dosya kapsamında büyük devlet sırrı biçiminde gizli damga vurulan birçok belgede sadece isim-soy isimlerimiz yer almaktadır. Kimilerinde ise o gün herhangi bir etkinliğimizin olmadığı yazılmaktadır. Takip ve dinleme için İki yıla yakın bir süre boyunca onca insan seferber edilmiş, en son teknoloji kullanılmış, milyon-milyarlarca para harcanmıştır. Elde edilen sonuç ise yargılanan her birimizin birkaç adet fotoğrafının çekilmesi ve görüntüsünün alınmasıdır. Bu kapsamda yapılan işlemlerin abesliğini, mantıksızlığını vurgulamak için kimi resmi belgeleri düzenleyerek ek bölüm biçiminde savunmama koydum. Savunmamın ek bölümüne aldığım belgeler birer istisna değil, genel dosyayı yansıtmaktadır.

 

Dosya ve iddianameye göre devleti bölmek, yıkmakla suçlanıyoruz. Devleti tüm kötülüklerin anası olarak gördüğümüz doğrudur. Sadece Türkiye devleti değil, tüm devletlerin böyle olduğuna inanıyoruz. Devletsiz bir toplum örgütlenmesi ve özgür bir yaşam amaçlıyoruz. Buna rağmen iddianamedeki devleti bölmek, yıkmak iddiası yersizdir. 20. yüz yılın korku ve paronayalarının ürünüdür. Fakat inanıyorum ki bunca vicdan-ahlaktan yoksun,  mantıksız uygulama ile onu korumaya çalışan bürokratlar bu sonucu yaratacaklardır.

 

Özellikle dinleme alanındaki teknik bugün muhalefeti hedeflese de yakın gelecekte tüm toplumu hedefine alacaktır. Yozlaşmanın, bozulmanın ve iktidar kavgasının atom bombasına dönüşecektir.  Çünkü bu alanda tekniğin kulanımı hiçbir ahlaki değere dayanmamaktadır. Amacın her türlü aracı meşru kılması tarzında kullanılmaktadır. Teknik ahlaki temeller de koparılırsa canavarlaşır. Türkiye’de dinleme alanında tekniğin aldığı biçim böyledir. Bu canavar ilk olarak rejim muhalifi Kürtleri yutmak üzerinde kurgulanmıştır. Ama bununla yetinilmeyecektir. Bu canavara hükmedenler sadece siyasi muhaliflerini saf dışı bırakmakla yetinmeyecek, etkili silahı ekonomik vb alanlarda da kullanacaklardır. Özgülümüze dönersek hakımızda yapılan işlemlerin tamamı politik bir amacın ürünüdür. Önceden belirlenmiş bir hedefin adım-adım uygulanmasıdır. İzleme-dinleme yoluyla buna hukuku dayanak oluşturulmasıdır.

 

Aynı hukuksuzluklar fiziki-teknik kararlarına da yansımıştır. Kararlar çoğunlukla matbu ve usullere uyulmadan verilmiştir. Şahsıma ilişkin verilen kararlar bu konudaki uygulamanın niteliğini göstermesi açısından ilginçtir.

 

29 Eylül 2008 tarihinde tutuklanmam ve akabinde Metris Cezaevine konulmama rağmen, hakkımdaki teknik-fiziki takip uygulaması durmamıştır. Ceza yasalarına göre tutuklanan kişinin suçla ve suç işleme durumlarıyla bağı kesilir. Buna rağmen 29 Eylülde tutuklanıp 14.04.2009 tarihinde DTP ‘ye yönelik operasyon yapıldığı tarihe kadar cezaevinde olmama rağmen, hakkımdaki günlük fişleme ve tutanak tutulmaya devam edilmiştir. F tipi cezaevinde her yönüyle tecrit edilmiş, kuşatılmış bir insanın takibinin mantığı yoktur. Ama buna rağmen Emniyet savcılığı, savcılıkta mahkemeye izlenmem için talepte bulunmuş, cezaevinde olduğum halde düzenli bir biçimde bu yönlü kararlar alınıp-uygulanmıştır.

 

Yaklaşık 16 ay şahsıma yönelik fiziki-teknik takip ve ortam dinlemesi yapılmıştır. Yürütülen fiziki-teknik takibin sonuçları günlük olarak tutanak altına alınmıştır. Bu tutanaklar nerde olduğum, ne yaptığımı vb. kapsamaktadır. Hatta yurtdışında olduğumda bu durum bulunduğum ülke itibarıyla kayıt altına alınmıştır. Yine tutuklanıp Metris ve Tekirdağ cezaevlerine konulduğumda bu durum düzenli olarak tutanaklara yansıtılmıştır. Bu tutanaklar-fişlemeler suçluluğumu değil, suçsuzluğumun kanıtıdırlar.

 

Onca mahkeme kararına, teknik cihazın devreye sokulmasına ve sayısız personel seferber edilmesine rağmen elde edilen sonuç budur. Bu imkân ve olanaklar seferber edilerek 444 gün yapılan fiziki-teknik takibin sonucu her hangi bir suç unsuru içermeyen 5 adet resim ve DTP Yerel Yönetimler Bürosuna girip-çıktığıma dair tutanaklardır.

 

Eğer gerçekten örgütsel bir faaliyetten, örgüt yönetmek, örgüte sözcülük yapmaktan bahsedilecekse, bu belgelerin yok sayılması gerekir. Çünkü belgeler savcılığın iddia ettiği örgüt ve faaliyetlerin varlığını değil, olmadığını kanıtlamaktadır. Dosyada her hangi bir suç veya suça ilişkin emare yoktur.

 

Bu kadar uzun süre takip edilen, telefonu dinlenen, bununla da yetinmeyip en gelişmiş cihazlarla ortam sohbetleri dinlenip kayıt altına alınan bir şâhısa ait varsa suç fiillerinin dosyada yer alması gerekirdi. Dosyamda bu yönlü bir veri yoktur. Dolayısıyla her hangi bir suç yoktur. Suç yoksa yargılama da olmaz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 


                               GİZLİ TANIK BEYANLARI:

 

 

 

 

                            “Dilerim sevgisiz ve uzun yaşarsınız.

                             Sizi yılışık, sinsi, iğrenç asalaklar

                             Kibar hainler, nazik kurtlar, zarif ayılar

                             Kaderin oyuncuları, sofra başı dostları

                             Mevsim sinekleri, alçak dalkavuklar

                             Havadan farksız hiçler, dönek şaklabanlar”

                             Ve

                             “mademki zanaatkârlar gibi açıkça

                              Mesleğimiz bu diyorsanız

                              O zaman alçaklığınızı yapın”  (W. Shakspeare)

 

 

 

 

Gizli tanık, itirafçılık vb. ihanetin farklı biçimleri olsa da özü aynıdır. En nihayetinde satma satılmadır. Değer yitiminde dibe vurmadır. İnanılan tüm değerlerin yitirilmesi, anlamsızlaştırılmasıdır. Düşünce, duygu ve vicdan da yoksun kalmadır. Başkalarının istediği gibi konuşma, yaşama ve davranmadır. Dostluk, ahlak, mantık, ilke vb. değerlerin bir yana bırakılması ve bencilce korku ya da hırsların kişinin hayatına egemen olmasıdır. Bu içeriğinden dolayı ihaneti tüm kötülüklerin anası olarak tanımlamak yanlış olmaz.

 

İhanet, kurnazlık ve yeteneksizlik çoğu zaman özdeş olarak ele alınsa da daha geniş bir anlama sahiptir. Esas olarak kişilerin hakikate sırt çevirme ve gerçeği tersyüz etmede ki maharetini ifade eder. Böyle olunca Ortadoğu toplumlarında hem bireysel hem de toplumsal düzeyde zor duruma düşüldüğünde sığınılan bir liman işlevi görür. Bu nedenle de ister Ortadoğu, ister başka yerde, nerede hayat bulursa- bulsun, ihanet her daim mertliğin bağrına saplanmış paslı bir hançerdir. Gerçeği öldüren bir zehirdir. Gül bahçesine yağan ağudur. Çünkü ihanet ile sinsilik, çelme takma, kalleşlik birbirini tamamlayan halkalardır. Hoş olmasa da bunlar daha fazla doğuda hayat bulur.

 

Bilinir ki, doğuda hesaplar çoğunlukla kurnazlık, hile, entrika ve pusu ile görülür, batıda ise bunların yerini düello alır. Doğuda gelenek hayata yön verir, batı da akıl ve düşünce aynı işlevi görür. Makyavel batıya Pragmatizmin her yönünü mubah gösterse de şövalyelik ruhu çoğu zaman kötülüğün önüne set oluşturur. Aynı kapsamdaki Doğunun geleneği ise Fars, Selçuklu ve Osmanlı üçlüsünün yarattığı zemin üzerinde yükselir. İkiyüzlülük, riyakârlık ve arkadan hançerleme üç örneğin de temel yasasıdır. Nizam i Mülk Selçuklu saray entrikalarını sistemleştirerek, kutsayarak devlet geleneği haline getirir. Bu durum Osmanlı’da devlet-i Aliye’nin bekası için kardeş katlin vacipliğine dönüşür. Ve bunların toplamında doğu hayatını belirleyen kültür şekillenir.

 

Bu nedenle doğuda yaşam, ilişkiler hatta hukuk bu çerçevede şekil alır. Titrek ellerle tetik düşürmek, korku dolu gözlerle pusuya yatmak, ihanet etmek, kalleşlik yapmak, akıl yerine kurnazlığa, ahlak yerine hainliğe sığınmak, hinoğlu hinliği marifet saymak bu Coğrafyanın hatta en fazla da bu ülkenin değişmez yaşam kültürü- kanunlarıdır. 

 

Osmanlının meşhur devşirme politikası bilinmektedir. Balkanlardaki Hıristiyan çocuklarının getirilip Enderun okullarında devşirilerek Müslümanlaştırılması ve bağrından çıktıkları halklara karşı savaştırılması Osmanlı da sıkça başvurulan bir yöntemdir. Bu politikanın özü ihanetin içselleştirilmesidir. Kişinin kendi gerçekliğinden koparılması, ters-yüz edilmesidir. Bu çarpıklığın bireye benimsetilmesi yoluyla yaşam biçimine dönüştürülmesidir.

 

Gizli tanıklık uygulamasına tarihte ilk kez sistemli olarak engizisyon mahkemelerinde rastlanır. Daha sonra Amerika’da Mc Cartycilik döneminde de gizli tanık uygulamaları tekrarlanır. Aynı gelenek Osmanlı’da devşirmecilik biçiminde gelişirken, cumhuriyet hukukuna ise itirafçılık-gizli tanıklık biçiminde yer almıştır. Bu anlamda değişen fazla bir şey yoktur. Her iki uygulamada günümüz devşirmeciliğinin en pas-paye biçimleridir. İtirafçılık, gizli tanıklık vb’leri bu tarihsel olgunun gönümüze yansımalarıdır.

 

İtirafçı veya gizli tanık denilen kişiler çift canlı, çift ruhlu, çift karakterlidirler. Çünkü bir yanda geçmişte şekillenmiş yapıları, kişilikleri vardır, bir de yeni tercihle elde etmeye çalıştıkları, edinmek istedikleri kişilikleri sözkonusudur. Bunların çift kimlikliliği, bir yanıyla ihanet ettikleri kişiliklerini tanımlar, geçmişlerinin izlerini taşır. Bir yanıyla da edinmek istedikleri yeni kimliklerini ya da kimliksizliklerini ifade eder.  Ne tam geçmişlerinden kopmuş ne de geleceğe ulaşabilmişlerdir. Camiden ayrılmışlardır, ama kiliseye de ulaşmamışlardır. Bu nedenle ara yerde kalmış dinsiz, imansız, idealsiz ve kimliksizdirler. Sürekli kötülük yaratmaları ve kötülük olmadan yaşayamamaları bundandır. Bu nedenle bu tipler baştan aşağı kötülük timsalidirler. Dürüstlük, şövalye ruhu, mertlik, sadakat, erdem vb. kavramlar bunların semtine bile uğramamıştır. Bu kavramlara ve bunları temsil eden insanlara nefretleri sonsuzdur. Takındıkları tavır, yüzlerindeki görünüş ne olursa olsun, onların gerçek yüzünü görmek-tanımak çoğu zaman imkânsızdır. Çünkü yüzlerinde hep bir maske ve üzerlerinde ise her daim birer zırh vardır.

 

Bu yüzdende İyiliksever bir baba, şefkatli bir anne, enerji dolu bir genç, kemale ermiş bir imanlı kılığıyla; sokakta, evde, işte, okulda yakınımızda-uzağımızda yer alsalar da bu tiplere ilişkin görünenler hep aldatıcıdır, sahtedir. Bu tatlı görünüş, bu sakinlik, bu masumiyet ve bu güven veren maskenin altında hep satmaya, satılmaya hazır bir hain yaşar. Görünüşü insana benzese de kalbi bir fesat yuvasıdır. Duygu dünyaları kirlenmiştir. İdealleri ve inançları yoktur. Umutları ise hiç gelmeyecek baharlara ertelenmiştir. Kötü düşünmemek, kötülük yapmamak, satmamak-satılmamak, kalleşlik yapmamak, ihbarda bulunmamak, pusu kurmamak, entrika çevirmemek, insanların masumiyetlerinin orta yerine paslı bir hançer gibi saplanmamak bu tipler için işkencedir. Mesleğine-kimliğine-kişiliğine ihanettir. Ölümden ölüm, zulümden zulüm seçmektir.

 

Bu tipler çift karakterli oldukları için, ahlaksızlığın, yalan ve riyakârlığın tüm özelliklerini kendilerinde toplarlar. Kendi yüzlerinin dışında hep başkalarının yüzüdürler. Bedenleri kendilerine ait olsa da duygu, düşünce, ruh ve dilleri hep başkasına aittir. Bir yanıyla melek, diğer yanıyla şeytandırlar. Bir yüzleri mümin, diğer yüzleri ile münafıktırlar. Bir taraflarıyla masum-zavallı bir kurban, diğer taraflarıyla anasını, babasını dahi darağacına çekmekten sakınmayan birer cellâttırlar. Bunların kişilikleri yoktur. Kimlikleri, aidiyet duyguları yok edilmiştir. Kendilerine öz saygıları kalmamıştır ve bu nedenle başkalarına sevgileri de tükenmiştir. Sevgisi-tutkusu tükenip, öfke ve kötülüklerden ibaret kalınca kişi baştan aşağı bir et ve kemik yığınına dönüşür. Bundan sonra onlar güdüsel yaşayan birer yaratıktırlar. Güdüsellik onların zile şartlanmış Pavlow’un köpeğine dönüştürür. Ve bu zil şimdilik kolluk kuvvetlerinin elinde olduğu için istedikleri gibi biçim verip, istediği kişiye saldırtabiliyorlar. Türkiye’deki gizli tanık müessesesini böyle ele almak ve tanımlamak, abartı olmaz. Bu sistemin uygulaması ve sonuçlarına geçmeden önce ona zemin teşkil eden bir iki hususa daha değinmek istiyorum.

 

Gizli tanık sistemi yasal düzenleme boyutuyla olmasa da, uygulama biçimiyle geçmişte uygulanan itirafçılık sisteminin kılık değiştirmiş halidir. İtirafçılık sistemi de yasal düzenleme itibariyle öz olarak örgütlü suç işlemeyi önleme ve bu tarzda işlenmiş suçları açığa çıkarmaya dayanıyordu. Yasal düzenlemeyi beğenip-beğenmeme bir yana fakat amaçladığı buydu. Düzenlemenin amacı böyleydi, ama uygulamaları apayrı oldu. Örgütlü suçları önleme, açığa çıkarma yerine bu tür suçları işlemeyi meslek edinmiş örgütlerin türemesine yol açtı.

 

Yasal düzenleme çok sonra yapılmakla birlikte itirafçılık sistemi esas olarak 12 Eylül Faşizmi ile birlikte uygulamaya konulmuştur. Yakalanıp o güne kadar yoldaşım dediklerinin yerini söyleyerek ölümlerine neden olan ve sonrasında İstanbul’da kadrolu işkenceci haline gelen Şemsi Özkan bu sistemin ilk adımıdır. MLSPB militanıyken davasına ve dava arkadaşlarına ihanet ederek işkenceciye dönüşen Şemsi Özkan’dan önce itirafçı olan var mı, yok mu bilmiyorum. Ama Şemsi Özkan’ı Elazığ ve Diyarbakır sorgu evlerinde “ben damarlarımdaki asil Türk kanını burada keşfettim ve Türkçülüğe hizmet etmek istiyorum” diyen itirafçı Şahin Dönmez takip etmiştir. Şahin Dönmez sadece yaptıklarını itiraf etmek ve o güne kadar kendisiyle irtibatlı olanları ele vermekle sınırlı kalmamıştır. Kahraman itirafçılardan, General Başbuğ’un tanımıyla “sözde itirafçıya” olan sürecin baş mimarı haline gelmiştir. Diyarbakır cezaevinde bir yandan vahşet sınır tanımazken, diğer yandan Şahin Dönmezin öncülüğünde yeni bir yapının oluşumuna gidilmiştir. Zulüm koşullarında dayanmayıp itirafçı olanlardan Genç Kemalistler Birliği isimli bir yapı oluşturulmuştur. Esat Oktay Yıldıran’ın yönetimindeki cezaevinin bir bölümü bunların eğitimi için düzenlenmiştir. İtirafçılaştırılarak teslim alınanlar burada Şahin Dönmez, Yıldırım Merkit gibi itirafçılar tarafından eğitime tabii tutularak, kusursuz bir katile dönüştürülmüşlerdir.     

  

Esat Oktay Yıldıran’ın “burada pişman olmanız, düşüncelerinizi kusmanız yetmez. Geçmişinizden koptuğunuzu kanıtlayacağınız şeyler yapmanız gerekir.”  diyerek özetlediği biçimiyle buraya alınanlara yeni bir kimlik empoze edilmiştir. Sonrasında şekillenen ve günümüzde çokça tartışılan JİTEM, Hizbul-kontra vb. cinayet şebekelerinin döl yatağı, gelişip-büyüme mekânı burasıdır. Tümü burada eğitilmiş ve birer canavar olarak topluma salınmıştır. Burada eğitilen itirafçılar daha sonra JİTEM,  Hizbul-kontra biçiminde kurumsallaşmış ve uygulamaları ile halka kan kusturulmuştur. Cadde ortalarında serilen canların, sokaklarda oluk-oluk akıtılan kanların ve enselere sıkılan kurşunların hazin öyküsü böyle örülmüştür. İnançlarına sırt dönüp itirafçılaşanlar Anadolu’dan Görünüm adı altındaki programlara çıkarılarak, kahraman olarak topluma tanıtılmış, sonrasında ise bahsi geçen yapılara monte edilerek tetikçilere dönüştürülmüşlerdir.

 

Sistem için cinayet işledikleri oranda statükonun kahramanı olmaya devam etmişlerdir. Cinayetlerinin yanı sıra silah kaçaklığından, eroin kaçakçılığına, buradan organize suç örgütlerine kadar geniş bir alana yayılmaları ve kötülük üretmeleri bile uygulayıcıların aklını başına getirmemiştir. Ta ki bizzat kendilerine yönelen birer silaha dönüşünce bu sistemi geliştiren, sistemin hamiliğini yapan ordunun başındaki kişi tarafından sözde itirafçı ilan edilmişlerdir. Sistem uygulama süresi boyunca her yönüyle kötülük üretmiştir. Hem sistemi tahrip etme, hem de toplumda dejenerasyon yaratma boyutuyla ahlaki, vicdani ve insani anlamda çürütücü bir rol oynamıştır.

 

İtirafçılık uygulaması ile yok, edilmek istenen muhalefetin yanı sıra, korunmaya çalışılan sistemin kendisini de tahrip olmuştur. Ülkede her alana yayılmış suç örgütlerine ve çetelere eleman burada üretilmiş, itirafçılık sistemi bizzat çeteleşmenin zemini haline gelmiştir. Kimi mahkemelerde yargılaması süren faili meçhul davaları bu konuda oldukça çarpıcıdır. Muhalefeti yok etmek ve statükoyu korumak için, öngörülen itirafçılaştırma uygulamaları sonuçları itibariyle muhalefete zarar vermekle birlikte, genelde toplumda ise her türden insani, ahlaki, vicdani değerleri çürütmesi gibi bir rol oynamıştır.

 

 Bu sisteme bulaşanlar ahlaksızlaştıkları, yozlaştıkları oranda mevcut yapıya entegre olmuş, entegre oldukları oranda ise ulaştıkları, bulaştıkları her yeri yozlaştırmış ve çürütmüşlerdir. Bu nedenle aşınan bu sistemin yerine yakın tarihte gizli tanıklık sistemi ikame edilmiştir. Yasal düzenleme boyutuyla farklı olmakla birlikte uygulamadaki öz budur. Bu sistemin dosyamıza yansımalarına geçmeden kısaca nereden ilham aldığına değinmek istiyorum.

 

Yasa, düzenleme itibariyle ABD’de suç örgütleri, İtalya’da mafya teşkilatına karşı yürütülen mücadelede gerçeği açığa çıkarma, olaylara tanık olanların kendini güvende hissederek tanıklıklarını ifade etme düzenlemesinden esinlenilmiştir. Adı geçen ülkelerde gerçeği açığa çıkarma ile bu ad altında yapılabilecek suiistimaller konusu oldukça ayrıntılı düşünülmüş ve çerçevesi net, kesin belirlenerek önlemler alınmıştır. Kişinin ifade ettiğini duyum yoluyla mı, bizzat tanıklık yoluyla mı, iletişim araçları yoluyla mı, üçüncü kişilerin nakli yoluyla mı öğrendiği hususu oldukça hassas düzenlenmiştir. Yine genel yorumlar ve değerlendirmeler yerine açığa çıkarılması gereken olaya özgü somut anlatım, yasal düzenlemelerin özünü oluşturmuştur. Tanığın mahkemeye çağrılması, mahkemede zanlı durumundakilerin ve müdafilerinin soru sorması bu sistemin diğer ayrıntılarıdır.

 

Türk Ceza Kanunu’na monte edilen Tanık Koruma Yasası ise “suçsuzluk karinesi” gereği yargılanan kişinin kesin hükme kadar suçsuz kabul edilmesi gibi hukukun temel kurallarını ortadan kaldırmaktadır. Yasanın gerekçesinde birçok uluslararası sözleşmeye ve 30. 01. 2003 tarihli Sınırı Aşan Örgütlü Suçlara Karşı BM sözleşmesine atıf yapılsa da, mevcut düzenleme bu kriterleri dikkate almadan çok geniş bir alanı kapsamıştır.

 

Yasa; ceza yargılaması hukukunun temel ilkelerini, “dürüst yargılama hakkının olmazsa olmaz kurallarını ortadan kaldırmaktadır. Sanık haklarına dürüst yargılama hakkının başta gelen ilkeleri olarak silahların eşitliği, taraflar yargılanması, yüz-yüzelik İlkesi’ne aykırı olduğu gibi aynı zamanda savunma makamını yargının kurucu unsuru olmaktan çıkartıp şekli unsuru haline getirmeyi hedefleyen, devletin güvenlik güçleri yönlendirmesi ve denetiminde adeta memur tanıklık ihdas eden ve neticede zaten bağımsızlığı ve tarafsızlığı kuşkulu yargılama fonksiyonunu esas olarak güvenlik güçlerinin güdümüne sokan bir düzenlemedir’.

 

Bundan hareketle Türkiye’de oldukça çarpıklaşan uygulamalar hayat bulmuştur. Sistem, gerçeği açığa çıkarma değil, tam tersine gerçeği katletme yönünde kullanılmaktadır. Bu konuda kamuoyuna yansıyan kimi örnekler, tanıklık sisteminin de gittikçe itirafçılık sistemi gibi yozlaşan, yozlaştıran bir konuma geldiğini göstermektedir. Erzincan’da bir davada tanık olanların nasıl günlük olarak saf değiştirdiği ve bu sistemin nasıl ticari bir müesseseye döndüğünü basın günlerce yazdı. Herkes tarafından ismi, adresi ve ne yaptığı bilinen kişilerin tanık koruma yasası kapsamına alınarak oynadıkları oyunu medya aracılıyla tüm Türkiye seyretti. Dosyamız özgülünde durum farklı değildir. Hakkımızdaki soruşturma uzun süre telefon dinlemesi, fiziki takip ve ortam dinlemesi üzerinde yürütülmüş, fakat dava açacak kadar veri elde edilememiştir.

 

İki yılı aşkın süre boyunca yapılan dinlemeler üzerinde elde edilen verilerin, iddianamede suçlama konusu yapılan faaliyet ve eylemleri tarif etmeye yetmemiştir. Bunun üzerine 2 yıllık soruşturma süreci boyunca tespit edilmeyen gizli tanıklar devreye sokulmuştur. TEM şube, oluşturduğu dinleme havuzundaki bilgileri kırparak, çarpıtarak, ekleme ve çıkarma yaparak, farklı zaman ve mekânlarda yapılan konuşmaları bir araya getirerek bu tanıklar eliyle birer suçlama dayanağına dönüştürmüştür. Bu nedenle iddianamenin kurgusu ve içeriği telefon dinlemesi ve gizli tanık beyanlarının ötesine geçmemiştir.

 

“Dağda bin terörist öldürmekle uğraşacağına, şehirdeki bir teröristi etkisiz hale getir” diyenlerin akıl hocalığında yürütülen operasyonlarda binlerce insan tutuklanmıştır. Tutuklamalar artıkça operasyoncular zaferlerini ilan etmişlerdir. Operasyon yürütücüleri kuşandıkları haksızlığın kılıcıyla kendilerini birer şövalye zannetmişlerdir. Don Kişotvari bir hırsla göklerin sonsuzluğunda bir son arama arayışına çıkmışlardır. Gerçekleştirdikleri operasyonlarla Kürtleri doğduğuna, hak aradığına, özgürlük talep ettiğine pişman edeceklerine inanarak, çevrelerini de buna ikna etmişlerdir. Öncelikle Kürtleri iyi-kötü, “şeytan-melek” biçiminde kategorilere ayırarak işe başlamışlardır. Operasyonun ilk aşamasında şeytan ilan edilenler içeri alınmıştır. Sonra sıra onların “işbirlikçilerine” gelmiştir. En nihayetinde operasyoncular en iyi kürdün ölü Kürt olduğunda karar kılmış ve düşünen, konuşan, itiraz eden,    muhaliflik yapmaya çalışan herkes, her ses ve her sözü operasyon kapsamına almışlardır.

 

Operasyon yürütücüleri onca kurgu, yasa dışı işlem ve iftira; onca yazılan ve çizilenden sonra yüzlerindeki kurtarıcı maskesini indirmek zorunda kalmışlardır. Böylelikle adalet pişinde koşan birer kurtarıcı olmadıklarını kabullenmişlerdir. Birer Don kişot olmadıklarını kendileri de anlamışlardır. Çünkü Donkişotluk en başta samimiyettir, dürüstlüktür, güzel olanı, doğruyu, adaleti arama-sağlama çabasıdır. İlkeli davranma ve erdemli yaşamadır. Varlık gerekçesi statüko bekçiliği olanlar isteseler de bu tanıma denk davranamaz, buna göre yaşayamazlar. Operasyon başlangıcında göklerin fethine çıkanlar, sonuçta iftira ve entrikalara dayalı bir dosya hazırlayıp işin içinde çıkmaya çalışmışlardır.

 

Özetle bu soruşturma olağan yürütülmemiş ve iddianamesi hukuk normlarına göre hazırlanmamıştır. Soruşturmada ve davada başlangıçtan bu güne kadar yaşananlar hukuk ayıbının ötesinde, bir faciadır. Hukuk, bir silaha dönüştürülerek farklı düşünceleri bastırmak ve sindirmek için kullanılmıştır.

  

Dava dosyasında konulan tanık ve itirafçı ifadelerinin çoğu yargılananlarla ilişkisizdir. Aralarında herhangi bir irtibat söz konusu değildir. Bu şahıslar sadece anlatımları içinde KCK’den söz etikleri için ifadeleri olduğu gibi dosyaya taşınmıştır.

 

Dosyaya konulan tanık ifadelerinin anlatımları hiçbir biçimde maddi verilerle desteklenmemiştir. İddialar bir-birini tamamlamamakta, aksine her birinin anlatımları bir diğerini yalanlamaktadır.

 

Tanıkların anlattıkları olayları, örgütlenmeyi vb nasıl öğrendikleri, haberdar oldukları  (görme, duyma, bizzat katılma vb.) anlatılmamıştır.

Kimi tanıklar iddianamede suçlama konusu olan örgütü TK olarak tarif etmiştir. TK nin çalışma mekânını da Irakta bulunan PKK nin Lolan kampındaki Türkiye çalışma merkezi biçiminde tarif etmişlerdir. Kimi tanıklar ise bahsi geçen örgütü KCK/TM olarak tanımlamıştır. Bu yönüyle tanık ifadeleri arasında bir bütünlük söz konusu değildir.

 

Bir tanık, 14 Nisan 2009 operasyonlarından önce iki ayrı tarihte Diyarbakır emniyetinde verdiği ifade de bahsi geçen örgütü TK olarak tanımlamıştır. Fakat aynı kişi 14 Nisan 2009 operasyonundan sonra ise cumhuriyet savcılığına verdiği ifadede TK yi bir yana bırakmış ve anlatımlarını TM ye dönüştürmüştür.

 

Dosyada açık tanık olarak anlatımlarına yer verilen iki kişinin ifadelerinin altında herhangi bir imza veya parmak izi bulunmamaktadır. Bu iki kişinin emniyet mülakatında söyledikleri ifade biçiminde düzenlenmiş ve bu düzenlenmenin altında her hangi bir imza veya parmak izi olmadan iddianameye taşınmıştır.

 

Soruşturmadan yaklaşık 3 yıl sonra 09.11.2009’da ifadesi alınan X adlı tanığın anlatımları 2000–2004 yılları arasındaki HADEP çalışmalarına ilişkindir. Dosyada anlattıkları tüm etkinlikler HADEP etkinlikleridir. İsmi geçen kişiler ise HADEP yönetiminde çalışanların isimleridir. Bu tanığın ifade tutanağında bulunduğu hapishaneden getirilerek ifadesi alındı denilmektedir. Şahsın anlattığı olaylar HADEP sonrasını kapsamadığından bahsi geçen kişinin cezaevine giriş tarihi büyük önem kazanmaktadır. Anlattığı olaylar gösteriyor ki şahıs 2003–2004 ten beri cezaevindedir. Çünkü bu tarihten sonrasına ilişkin tek bir somut anlatımı bulunmamaktadır. Bu tarihten beri cezaevinde olan birinin, 2007 de kurulduğu iddia edilen gizli bir örgütten ve onun çalışanlarından haberdar olması eşyanın tabiatına aykırıdır.

 

29.04.2009 tarihinde ifade veren Günışığı adlı gizli tanığın anlatımları da çelişkilerle doludur.

 

Şahısın anlatımları soyuttur. Anlatımlara ilişkin tek bir somutluk yoktur. Şahıs ifadesinde onlarca insan ve olay anlatmıştır. Fakat bu olaylara ilişkin bir tek mağdur şikâyetçi olmamıştır.

 

Gün ışığı isimli tanık İfadesinde 2006 Mart ayında Diyarbakır’da meydana gelen ve tüm kentte yayılarak dört gün süren olayları organize ettiğimi iddia etmektedir. Oysa olaylar başladıktan bir gün sonra istanbulda gözaltına alındım, Bahçelievler polis karakolunda hakkımda gözaltı işlemi yapıldı.

 

Mercek adlı tanığın dosyadaki ifade tarihi 19. 06. 2009’dur. Yani 996 sayılı soruşturma başladıktan 2,5 yıl sonradır. Bu 14 Nisan operasyonundan 2 ay sonraya tekabül ediyor. İfadeleri alan savcılık şahısların verdiği bilgileri nasıl elde ettiğine dair herhangi bir soru yöneltmemiştir.

 

Şahsın dosyadaki anlatımları soyuttur. Sanki bu bilgileri toplayan, anlatan bir kişi değil, bir istihbarat ordusudur. Bu şahsın edindiği bilgileri nasıl elde ettiği belirgin değildir. Şahıs iddia ettiği faaliyetlere iştirak eden biri midir, tanık olan, duyan biri midir bu hususlar belli değildir. Şahsıma ilişkin ise teşhisi yoktur. Sadece kişilere ilişkin anlatımları içinde ismim geçmiştir. Başbakanın 20–24 Ekim 2008 tarihleri arasında bölgeye yaptığı gezilerde çıkan olayları organize eden, katılan, yöneten kişiler içinde benimde ismimi telaffuz etmiştir. Fakat bahsi geçen tarihte metris cezaevinde tutuklu bulunmaktayım.

 

Yargılandığımız dosyada her hangi bir olay yok. Dolayısıyla olmayan olayın tanığı da olamaz. Bu nedenle C. Savcısı iddianame hazırlayacak veri elde etmek adına doğru yanlış, hukuki veya hukuksuz olduğuna bakmaksızın gizli tanıklar eliyle delil üretmeye gitmiştir.

 

Tanıklar başlığı altında aleyhime toplam 6 kişinin beyanı alınmıştır. Bunların üçü gizli tanık, diğer kalan üçüyse kimlikleri belli olan şahıslardır. Bu kişilerden birinin ifadesi üzerine İstanbul’da tutuklandım, yargılandım ve beraat etim. Aynı ifade bu dosyada ikinci kez kullanılmıştır. Diğer iki tanığın ise ifadeleri dosyama konulmuş, ama ifadelerin altında ne imza, nede parmak izi bulunmamaktadır. Sadece kişilerin ismi ve bu isimler adına ifadeler yazılmış ama şahısların imzası yâda parmak izi alınmamıştır.

 

 

 

 

İddianamenin içeriği sözdedir:

 

 

 

Resmi söylem ve ideoloji her zaman gerçeği çarpıtır, yalan üretir. Özgür aklı susturur, hakikati öldürür. İnsanın yüreğinde adalet terazisi işlevi gören vicdanı sakatlar. Bağnazlığı, çarpıtmayı ve yalanı yaşam kanununa dönüştürür. Dolayısıyla böyle bir zeminde vicdandan ve adalet terazisinden bahsedilemez. Cumhuriyet tarihi bu konuda çarpıcı örneklerle doludur. Bu topraklarda yaşayan Ermeni, Rum, Kürt, Roman vb. halklara dair üretilen yalanlar ve bu kapsamda şekillenen resmi söylem bilinmektedir. Ermeni halkı soykırıma tabi tutulmuştur. Resmi tarih ve söylem bunu çarpıtır, Ermeni halkını suçlu ilan eder. Bu ülke tarihinde yüz binlerce Rum yok edilmiştir. Fakat bu durum tarihin satır aralarında bile yer almaz. Her dönem Kürtlerin katliama, tedip tenkile tabi tutulması ise katiller için bir haktır. Fakat buna itiraz etmek, karşı çıkmak bölücülük ve terörizm damgası ile yaftalanır ve bağışlanmaz suça dönüşür.

 

Bu topraklarda Ermeniler sistematik bir soykırıma tabi tutulmuştur.  Karadeniz’de kökleri tarihin derinliklerine uzanan Rum’ların durumu da benzerdir. Bu gerçekliğe rağmen yaşananları dile getirmek, eleştirmek, yazmak-çizmek halen suçtur. Yargılanma nedeni, linç gerekçesidir. Yeryüzünün birçok alanında iç savaş ya da dış müdahalelerde benzer tarzda suçlar işlenmiştir. Fakat insanlık genel olarak işlenmiş bu suçlarla yüzleşerek geleceğe yürümektedir. Türkiye’de ise ulus-devletin kuruluş sürecinde ve sonrasında yaşananlar henüz bir hesaplaşma, yüzleşme konusu yapılmamıştır. Hatta aynı uygulamalar günümüze kadar taşınmıştır. Mevcut anayasa, yasa ve yönetmenlikler, rutinleşen polis baskınları, toplumu nefessiz bırakan yargılamalar tarihsel bu şekillenmenin güncele taşınan boyutlarıdır.

 

Resmi tarih nezdinde Kürt yoktur, Kürtçe diye bir dil söz konusu değildir. 1924 anayasasının kabulünden bugüne kadar cumhuriyetin idari yapılanması bu olguya dayanmaktadır. Hukuki düzenlemeleri ve uygulamaları da bu çerçevededir. Tüm uygulamalar bu yokluklar üzerine yükselir. Bu nedenle Kürtlerin varlığını gündeme getirmek, yaşama haklarından bahsetmek, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü savunmak başlı başına büyük bir suçtur. Kutsal devletin yok dediğine vardır demek statüko bekçilerinin asla bağışlamayacağı suçlar kategorisindedir. Davaya damgasını vuran bu zihniyettir. Çünkü bu operasyon ve davayı hazırlayanlar kutsal devletin keskin kılıcıyla hayat ve özgürlüğe dair her şeyi biçmeye-yok etmeye girişmişlerdir.

 

Olağanüstü dava ve yargılamaların yabancısı değiliz. Her birimiz geçmişimizde defalarca bu türden faşizan uygulamalara maruz kaldık. Bu nedenle bir kez daha olağanüstü darbe dönemi yargılamasıyla karşı karşıya olduğumuzun bilincindeyiz. Çünkü Sözkonusu olan üç yılı aşkın bir süre boyunca hazırlıkları yapılan, dinleme, takip ve gizli tanıklarla alt yapısı hazırlanan bir davadır. Bu nedenle burada görülen dava hukuki değil, politiktir. İşlenebilecek bir suçu önleme veya işlenmiş bir suçu açığa çıkarmayı hedeflememektedir. Böyle bir amacı da yoktur. Soruşturma, operasyon ve dava her yönüyle bir toplumsal mühendislik projesi olarak gündemleşmiş ve uygulanmıştır. Projenin özü Kürt sorununu sahte bir ümmetçilik anlayışıyla çözmeye dayanmaktadır. Devletleşen AKP ve bölgede onun koçbaşlığını üstlenmiş cemaatler, yüz yıllık Kürt sorununu böyle çözeceğini düşünmüş, bu paralelde bir proje geliştirmişlerdir. Mevcut dava ise, bunun pratikleşmesidir.

 

Bu kapsamda bölgede başta siyaset olmak üzere tüm toplumsal dinamikler yeni baştan düzenlemeye, dizayna tabi tutulmak istenmiştir. Bu çerçevede öngörülenler; toplumun bağrındaki tüm örgütlüklerin dağıtılması ve toplumsal bünyenin ortaya çıkardığı her türden örgütlülükten temizlenmesidir. Bu nedenle operasyonun başlangıcından günümüze kadar insan hakları kuruluşlarından, kültür sanat kurumlarına, siyasal örgütlenmelerden sosyal örgütlenmelere kadar her alan ve herkes hedeflenmiştir. Hayatın tümü suç konusu yapılmıştır. Birbirinden bağımsız çalışan yüzlerce-binlerce insan gözaltına alınmış, çoğunluğu tutuklanmıştır.

 

Tutuklama süreci tipik bir Nazi uygulamasının güncelleşmesidir.  Gözaltı sürecine hükümet yetkilileri geçmişteki zalimce uygulamaları hatırlatarak katılmışlardır. “Geçmişte asit kuyularına atıyorlardı şimdi hiç olmazsa tutukluyorlar” söylemi ile ölüm gösterilerek, sıtmaya razı olmamız istenmiştir. Halkın temsilcileri olarak gözaltına alınanlar polis zoruyla tek sıra haline getirilmiş, kelepçelenmiş ve bu halleriyle fotoğraflanarak basına servis edilmiştir. Bu bir yanıyla seçimde tescil edilmiş halkın iradesiyle alay etme olurken, diğer yandan bu uygulamalarla tutuklulara karşı yoğun bir itibarsızlaştırma faaliyetinin yürütülmesidir.

 

İtibarsızlaştırma faaliyeti sadece bahsi geçen uygulamalarla sınırlı kalmamıştır. Operasyonun başlangıcından günümüze kadar süre gelmiştir. Dosyada gizlilik kararı devam ederken, basına servis edilen yalan-yanlış haberlerle kamuoyu manipüle edilmiş, soruşturma kapsamındaki insanlar hakkında yargı oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu anlamda operasyonun başlangıcından günümüze kadar yaşananları soğuk savaş döneminin tipik itibarsızlaştırma faaliyetlerinin güncelleşmiş hali olarak değerlendirmek mümkündür. Operasyonla hedeflenen ilk aşamada tüm toplumsal örgütlenmelerin dağıtılmasıdır.  Bu yönlü faaliyet yürüten insanların aranma, kaçırtılma, tutuklanma vb. yollarla toplumda izole edilmesidir. Çünkü ancak bu başarılıp saha temizliği yapıldığı oranda Türk-İslam sentezi anlayışına ve bu çerçevede oluşmuş tarikatlara, cemaatlere zemin açılacaktır. Bu başarıldığı oranda AKP ve etrafındaki cemaatler oluşan boşluktan yararlanarak örgütlenecek ve Kürtler çarpıklaştırılmış bir İslam anlayışı ile yeniden sisteme entegre edilecekti. Bu operasyon ve davanın özü budur.

 

1924 anayasası ile başlayan süreçte Kürtlerin payına düşen tedip-tenkil ve asimilasyondur. Bu uygulamalar genel olarak Kemalist kuram ve kurumlara dayalı geliştirilmiştir. Bu çerçevede Kürtler, Kemalist statükoda somutlaşan sınıfsız imtiyazsız toplum projesi içersinde eritilmeye çalışılmıştır. Kürt yoktur, dağlıların karda yürürken, çıkardıkları kart, kurt sesleri vardır yalanı bunun sonucudur. 1924 anayasasıyla başlayan ve halen kılık değiştirerek süre gelen uygulamalar bu öze tekabül eder. Uygulayıcıları değişse de bu amaç ve hedef değişmemiştir. Geçmişte kendi kimliğiyle yaşamak isteyen Kürtler, Hizbul-kontra, JİTEM, TİT gibi devletin paramiliter güçleri eliyle gözaltında kaybediliyor, sokak ortasında infaza tabi tutuluyor ve böyle yok edilmeye çalışılıyordu. Bugün ise bu fiziki imha yerini faşizan iddianamelere, sürek avı halini alan operasyonlara ve toplama kamplarına dönüşen hapishanelerde rehin tutulmaya bırakmıştır. Dünya, bölge ve Türkiye değişmiştir ama Kürtlere karşı uygulamalar değişmemiştir. İnkâr, imha ve asimilasyon güncelleşip, kılık değiştirerek varlığını sürdürmektedir.  

 

 İddianame, 4 ana bölümden oluşmaktadır.

 

 

a)-PKK/KONGRA-GEL örgütünün tarihçesi ve KCK/TM’nin oluşumu

 

          b)-KCK/TM Sistemi(bu başlık atılmış ama tek bir tarif yapmamış, belge göstermemiştir.)

 

          c)-KCK/TM Yapılanmasının Eylemleri

 

          d)-Şüphelilerin KCK/TM yapısı içerisindeki konumları

 

Hazırlanan iddianamenin kurgusu, hukuk tekniği açısından bir skandaldır. Gerçek anlamda yamalı bir bohça gibidir. Başı-sonu belli değildir. Şişkinliği–kapsadığı sayfa sayısı itibari ile Türkiye’de hatta belki dünyada bir ilki oluşturmaktadır. Bilgisayardan kes-yapıştır yöntemi ile bir-biri ile illiyet bağı bulunmayan bilgi ve belgeler yan yana getirilerek bir yığın oluşturulmuştur. Gerek ek klasörler ve gerekse iddianamede suçlama konusu yapılan KCK/TM örgütlenmesine ilişkin tek bir bilgi-belge bulunmamaktadır. 14 Nisan operasyonuna kadar emniyet-savcılık yazışmaları, soruşturma ile ilgili mahkemelerin aldığı kararlarda vb. iddia edilen örgütten bahsedilmemektedir. Bu yönlü tek bir belge ya da iddia söz konusu değildir.

 

İddianame resmi ideolojinin tipik çarpıtma retoriğine dayanmaktadır. Sözde ile başlayıp sözde ile bitmektedir. İddianame içindeki her şey sözde ile tanımlanmıştır. İddianameyi hazırlayanlar günü-güneşi, havayı-suyu, insanı-doğayı özcesi her şey ve herkesi sözde kapsamına almış ve sözdeler ile tanımlamaya çalışmıştır. Çarpıcı olduğu için iddianamedeki sözdelere dair kimi örnekleri buraya taşıyacağım.

 

“sözde inkâr-imha, sözde gerilla, sözde onursal başkan, sözde çalışma, sözde Kürt halkı, sözde barış, sözde Kürt hareketi, sözde saldırı, sözde fiziki saldırı, sözde demokratik cumhuriyet, sözde Kuzey Kürdistan, Sözde Kürdistan’ın başkenti, sözde tek taraflı ateşkes, sözde ateşkese son verme, sözde sağlık sorunu, sözde bayrak, sözde zehirlenme, sözde Kürdistan, sözde Kürdistan halkı, sözde bilim aydınlanma komitesi, sözde meşru savunma, sözde özgürlük, sözde beşinci ateşkes, sözde barış hareketi, sözde asimilasyon, sözde yasama meclisi, sözde örgüt anayasası, sözde delege, sözde operasyon, sözde KCK yurttaşları, sözde Kürt sorunu, sözde çevreci faaliyetler, sözde işkence, sözde sözleşme,  sözde psikolojik, sözde doğum günü, sözde saç kazıtma “ vb. iddianame de bu tanımlamaların kimisini 10–15 kez kullanılmıştır. Her şey ve herkes bu görüş temelinde sözde olmaktan kendini kurtaramamıştır. Bunların toplamında ise iddianamenin kendisi sözdeye dönüşmüştür. Mevcut durumda sözde bir iddianamenin, sözde ithamları temelinde yargılanıyoruz.

 

İddianame olarak kurgulanıp önümüze konulanlar bir garabet örneğidir. İnternet kullanabilen her hangi bir insanın internetten indirerek kes-yapıştır yöntemiyle oluşturabileceği bir dosya niteliğindedir. İnternet sitelerinde ya da günlük basında çıkan birçok haber, makale vb. yazılar dosyaya taşınmıştır. Fakat herhangi bir suç unsuru taşımadığı halde bunların niçin dosyaya konulduğu açıklanmamıştır. Dosyaya konulan yazı ve belgelerin herhangi bir kişi ya da olayla bağı da kurulabilmiş değildir. Suçlanan kişilerle bağı olmayan yüzlerce, hatta binlerce belge, bilgi bu tarzda iddianameye taşınmıştır. Kâğıt yığını misali içerisine her şeyin konulduğu iddianame genel kurgusu ve içeriğiyle çelişki yumağıdır. Başlangıç ile sonucu arasında bütünlük bulunmamaktadır. İçerdiği bölümler birbirini yalanlamaktadır. Örneğin; iddianamenin giriş bölümünde PKK yeniden inşaya ilişkin bir belge delil olarak sunulmuştur. Bu belge PKK üyeliği, üyeliğin şartları, görev ve sorumluluklarını tanımlamaktadır. İddianamenin ilerleyen bölümlerinde aynı belge bu kez KCK yurttaşlığı, yurttaşlığa kabul ya da çıkarma şartları olarak kullanmış, bunları delil olarak sunulmuştur. Böylelikle aynı belge iddianamenin farklı bölümlerinde ayrı amaçlarla kullanılmıştır.

 

Dosyanın bir bölümünde yargılama konusu olan mevcut yapı bir örgüt olarak tanımlamaktadır. Bizlerde bu örgütün kurucuları, üyeleri vb. olarak suçlanmaktayız. Bu duruma kanıt olarak da internette indirilen veya daha önceki örgüt operasyonlarında yakalanan PKK yeniden kuruluş sürecinin kimi belgeleri sunulmuştur. Fakat iddianamenin sonraki bölümlerinde KCK bir örgüt olarak değil, bir sistem olarak tarif edilmiştir.

 

KCK sözleşmesi dava dosyasının dayanağı olarak kullanılmıştır. Bu sözleşmenin kabulü ve KCK kuruluşu ise Mayıs 2007 olarak tarif edilmiştir. KCK kuruluş toplantısının Kandilde yapıldığına dair basına yansımış haberler dosyaya konulmuştur. İddianamede suçlanan örgütlenmeler-kurumlar ortalama 20 yıllık bir geçmişe sahiptirler. Dosya kapsamında gazete, dergi, TV, dernek, kooperatif vb. birçok kurum örgütün oluşturduğu ve güdümündeki yapılar olarak tanımlanmıştır. Suçlanan ve KCK/TM tarafından kurulduğu iddia edilen gazete, dergi, TV, Kültür evleri, kent meclisleri, kadın, gençlik, çevre örgütleri, kooperatifler vb’nin her birisi 15–20 yıllık geçmişe sahiptirler.

 

Bu gerçekliğe rağmen her muhalif düşünce, söz ve davranış, her kimlik ve kültürel farklılık ve bu paralelde gelişen kurumsal yapılanma “terör örgütü” ya da KCK/TM’ye bağlı oluşum olarak nitelendirilmiştir. Çok basit-kolay hiçbir delillendirme uğraşına girmeden onca kurum ve yüzlerce-binlerce çalışan terörizm kapsamına alınmıştır.

 

KCK adı altında yürütülen operasyonlar özünde bir tasfiye uygulamasıdır. Kürtlerin kendi kimliğiyle örgütlenme ve kendilerinin ifade etmesinin engellenmesidir. Her türden muhalif çabanın yok edilmeye tabi tutulmasıdır. Bu kapsamda hazırlanan bir projenin yargı eliyle yürütülmesi, nihayete erdirme çabasıdır. Bu süreç içinde yaşananları tekrar göz önüne getirdiğimizde görülen tablo budur. Süreç boyunca binlerce insan tutuklanmıştır. Birkaç katı gözaltına alınmıştır.

 

DTP kapatılmış, Eş başkanlarının milletvekillikleri düşürülerek kendileriyle birlikte onlarca kadrosuna siyaset yasağı getirilmiştir. Bu gelişmelerin hemen ardından onlarcası belediye başkanı olmak üzere çok sayıda siyasetçi tutuklanmıştır. Çokça tartışılan Şahin-güvercin ayrımı bu tutuklanmalarla derinleştirilerek süreç Kürtlerin 28 Şubat’ına dönüştürülmek istenmiştir. DTP’nin iktidara eklemlenmesi, bu olmazsa DTP içersinde bir kesimin bu konuma getirilmesi amaçlanmıştır. Fakat gelişmeler derinlikteki devlet ile yüzeyde onun yansıması olan AKP’nin istediği tarzda sonuçlanmamıştır. Tüm acımasızlığı ve ahlaksızlığına rağmen uygulamalar Kürtlerin iradesini kıramamış, örgütlülüklerini dağıtamamıştır. 28 Şubat post-modern darbesinde İslamcıların kendi içinde yaşadıkları bölünme-ayrışmayı Kürtlerin yaşaması bir yana daha güçlü bir kenetlenme ve daha yaygın bir örgütlülük açığa çıkmıştır.

Özetle bu dava bir toplumsal mühendislik projesi olarak devreye konulmuşturBu çerçevede Kürtler ve onların her türlü hak mücadelesi statüko bekçileri tarafından suç sayılmıştır. Böyle olunca Kürtlerin çalıştığı, gidip-geldiği ya da kurumsallaştırdığı tüm politik yapılara potansiyel suçlu gözüyle bakılmıştır. Bunun somut kanıtı dosyanın içeriği ve hazırlanan iddianamedir.

 

İddianamede DTP’nin ve BDP’ nin siyasi, kültürel çalışmaları, seçimlere ve örgütlenmeye dair faaliyetleri suç olarak kabul edilmiştir. Tüm bunlar suçsa ve siyasi partiler bu faaliyetleri yürütmeyecekse, o zaman çok partililiğe, farklı siyasi oluşumlara ihtiyaç kalır mı? Üstelik burada suçlanan hem partinin çalışmaları-etkinlikleridir, hem de örgütlenme modelidir. DTP için benzer suçlamalarla anayasa mahkemesinde dava açılmıştır. Bu anlamda buradaki yargılama hem hukuki dayanaklardan yoksundur ve hem de mükerrerdir. Siyasi Partiler kanunu parti faaliyetlerini cumhuriyet başsavcılığınca denetlendiğini söyler. Herhangi bir suç durumunda dava açma yetkisini cumhuriyet başsavcılığına, yargılama hakkını da anayasa mahkemesine verir. Bu anlamda burada yürütülen yargılama adil olmamakla beraber, hukukide değildir.

 

Dosya kapsamında DTP yerel yönetimler bürosu illegal faaliyetlerin odağı olarak tanımlanmıştır. Buraya gidip gelen, herkes gibi burada çalışanlar da yasa dışı örgüt üyeleri gibi gösterilmiştir. Bu büroya ait telefonlar dinlenmiş, bununla yetinilmeyerek ortam dinlenmesine başvurulmuştur. Tüm bu işlemler sürecinde keyfi davranılmıştır. Dosya kapsamında Ortaçağ’daki cadı avı misali delil oluşturulmaya çalışılmıştır. Böylelikle Kürtlerin kendini ifade etmeye çalıştığı tüm alanlar ve kurumlar hedef haline getirilmiştir. Bir yazar “yalansız bir konuşma hem özlü, hem de gizemli olur, biraz yalanın karıştığı konuşma demagojiye dönüşür. Tümden yalan üzerine kurulu bir konuşma ise hem çok uzun ve demagojik olur, hem de tanımsız ve içeriksiz kalır” der. Sanki bu yazar ve tanımını doğrularca bir çabayla dosyamız kabarık hale getirilmiştir. 385 klasör ve iddianame ile birlikte 135 bin sayfalık bir dava dosyası oluşturulmuştur.

 

1921 yasal düzenlemeleri hariç Türkiye’de tüm Anayasa ve yasalar Türklük üzerinde tarif edilmiş, bunun dışında kimlik, kültür ve halklar yok sayılmıştır. Bu nedenle Türkiye’de cumhuriyet yurttaşı eşit halklardan bahsedilemez. Tarihi boyunca her türden özgürlük ve adalet arayışı, kendi kimliğinde ısrar tavrı  “ihanet” olarak değerlendirilmiştir. Her dönem ve her zeminde suçlama- yargılama konusu yapılmıştır. Bu nedenle tarih boyunca Kürt sorunu ve isyanlar hep birbirini tetiklemiştir.

 

Tek dil, kültür, millet, devlet vb. biçimde teklikler üzerinde kurgulanmış faşist 12 Eylül anayasası ve onun paralelindeki yasalar ise Kürtleri reddeden bir zihniyetin ürünüdürler. Kürtleri reddeden bu yasalara ve onları uygulayanlara göre Kürtlere ilişkin her çalışma yasa dışıdır. Dolayısıyla soruşturma ve dava konusu yapılır. Fakat yasalar ve yargıçlarca bir halkın yasa dışı sayılması onların meşru olmadığı anlamına gelmez. Tarih boyunca kişi ya da toplum açısından yasallıktan önce ahlaki bir haklılık ve meşruiyet daha önemlidir. Yasaların ve yargıçların cezalandırmaya çalıştıkları halklar yok olsaylardı, şimdiye kadar Kürtler yüz kez tarihten silinirdi. İstiklal mahkemelerinin Üç Âlisinden bu güne Kürt halkı adına hiç bir şey kalmazdı. Biliniyor ki halklara, onların kimlik, kültür ve tarihlerine dair hakikatler, her daim inatçıdır. Hükmünü krallara, padişahlara karşı da, yargıçlara karşı da şaşmadan icra eder. Bu nedenle Kürtlerin özgürlüğe dair çalışmalarını yasadışı ilan etmenin ne tarih karşısında nede insanlık nezdinde hiçbir hükmü yoktur.

 

Genel olarak son yılların iddianameleri ve yargılanmaları bütünlüklü ele alındığında özgürlükler sözkonusu olunca yasaların birer anti-demokrasi kılıcına dönüştüğü çarpıcı bir biçimde açığa çıkarmaktadır. Türkiye’de Anayasa ve yasalar zaten fazlasıyla anti-demokratiktirler. Bir de uygulayıcıların Kürtlere yönelik peşin yargı ve intikam hırsları bu duruma eklenince orta yere dehşet bir tablo çıkmaktadır. Anti-demokratik anayasa ve bir o kadar özgürlük karşıtı olan ceza kanunu, terör yasası bu noktada birbirini tamamlar niteliktedir. Terörle Mücadele kanunu muhalif olan her ses, söz ve rengi rahatlıkla örgüt üyeliği kapsamına alabilmekte, cezalandırmaktadır.

 

Soruşturma-operasyon ve davada suçlama bölücülük ve terörizm zeminine oturtulmuştur. Hem bölücülük, hem de terörizm tanımı herhangi bir eylemle değil, direk muhalif kimlik ve düşünceyle tarif edilmiştir. Bu ithamlara gösterilen gerekçeler birer akıl tutulma örneğidir. Dinlenen müzik, çekilen halay, mensup olunan toplum, kimlik, kültür, düşünce, yaşam tarzı vb. her türlü farklılık bölücülük ve terörizm olarak tanımlanmıştır.

 

Terör tanımı “terrara” sözcüğünden türetilen bir kavramdır. İçerik olarak yerle bir etmek, toprağa çevirmek, yok etmek anlamına geliyor. Bu dosya özgülünde bırakalım bu tanıma denk bir eylem, etkinlik, iddia bile yoktur. Dava dosyasında farklı kimlik, kültür, düşünce taşımak ve bunları ifade etmeye çalışmak bölücülüğün kanıtı, açlık grevi yapmak, termik santrale karşı çıkmak, tarihsel özelliğe sahip Hasankeyfi sahiplenmek, festival düzenlemek gibi etkinlikler ise vahamet arz eden eylemler ve terörizm olarak tanımlanmıştır.

 

Terörizm, bölücülük, militarizm, etnisiteye dayalı şiddet, feodalite, hayatı zehirleyen töreler, kadını köleleştiren gelenekler vb. tanımlamalar asla kimliğimizi, düşüncelerimizi, amaçlarımızı ve çalışmalarımızı tarif edemez.  Tüm bunlar karşı çıkıp- değiştirmek istediklerimizi tanımlar. Toplumun bağrında söküp atmak istediklerimizi ifade eder.

 

Davanın kendisi hem içerik, hem de amaçlarıyla siyasidir. Devletin bekası olarak tarif edilen statükoyu zorlayan, değiştirmek isteyenleri tasfiye çabasıdır. Yok, edilmek istenen Kürtlerin kendi kimliğiyle kurumsallaşması ve iradeleşme istemidir. Özgür belediyecilik, demokratik siyaset, demokratik özerklik, sosyal bilimler, kadın, gençlik, Yurttaş meclisleri, din ve inanç akademileri, parti okulları, sivil toplum kuruluşları ve bunların koordinasyonu, kongre, konferans, çalıştay gibi pratik çabalarla somutluk kazanan çalışmalarıdır.

 

İddianamede, Kürt halkı yok sayılmıştır. Onun her türlü özgürlük-eşitlik talepleri ise suçlama konusu yapılmıştır. Bu nedenle özgürlük-demokrasi mücadelesi, bu mücadelenin yürütücüleri, kurumları, örgütlenme ve etkinlikleri terörizm olarak tanımlanmış ve mahkûm edilmek istenmiştir. TBMM’de temsil edilen DTP ile DTK, BDP ve onlarca sivil toplum örgütü, yan yana getirilerek, iç içe konularak, özgünlükleri ve farklılıkları göz ardı edilerek, tanınmaz hale getirilip, bunların toplamından yapay bir terör örgütü şeması çizilmiştir. Bu yolla gerçekler tahrif edilmiştir. Her biri kendi içinde zaman, mekan ve misyon itibariyle farklı olan bu yapılar, zorlama yorumlar, soyut değerlendirmelerle “tek ve aynı örgüt” olarak değerlendirilmiş ve KCK biçiminde tanımlanmıştır.

 

Başta DTP olmak üzere, belediyeler, il meclisleri,  sivil toplum örgütleri, kadın,  gençlik meclisleri, kent konsey ve meclisleri,  özgür yurttaş hareketi ve meclisleri, dil, kültür, basın-yayın çalışmaları, okul ve akademi çalışmaları, sendikal faaliyetler, ekoloji ve çevre hareketleri çalışmaları, yoksulluk ve işsizlikle mücadele dernekleri ve çalışmaları, Mezopotamya sosyal formu, azınlıklara, inanç gruplarına dair dernekleşme çalışmaları bu amaç doğrultusunda terör faaliyeti kapsamına alınmıştır. Bu çerçevede oluşmuş yüzlerce kurum platform, örgüt, meclis, koordinasyon, çalıştay, komisyon vb. yapılanmalar illegalize edilerek mahkûm edilmeye çalışılmıştır. Dosya hazırlanırken yürürlükteki anti demokratik yasalar dahi yok sayılmış, herkes ve her kurum terörizm kapsamına alınmış “terör örgütünün uzantısı” olarak değerlendirmiştir.

 

İddianame incelendiğinde suçlananın bir halkın kendisi olduğu açığa çıkar. Bu nedenle varlığı iddia edilen örgüt kurucusu, yöneticisi belli olmayan, ne zaman, nerede ve kim tarafından kurulduğu bilinmeyen, tüzüğü-programı olmayan, nerden başlayıp nerede bittiği, kimleri ve neleri kapsadığı bilinmeyen bir tarzda kurgulanmıştır.

 

İddianameye bakıldığında bu örgüte dair tek bir yazılı, görsel, sözlü vb. delil görülmemektedir. Yıllarca süren bir soruşturma sonucunda iddia edilen örgüte ilişkin tek bir delil yoksa yargılamaya dayanak yapılan iddianamede, yargılamanın kendisi de gerçek dışıdır. Cumhuriyet savcıları yıllarca bu soruşturmayı yürütmüş, illegal bir çalışma ve örgütün varlığına dair herhangi bir delil elde edememişlerdir. Bu noktada dosya için takipsizlik kararı verme yerine dosyayı toplumsal mühendislik projesine dönüştürmüşlerdir. Dosya kapsamında yüz yıllık resmi ideoloji, Türk-İslam sentezi biçiminde yorumlanmış ve bu yoruma-tanıma uymayan her şey-herkes suç kapsamına almıştır.

 

Resmi ideoloji ve onun güncelleşmiş biçimi olan Türk-İslam sentezine göre Kürt yoktur. Cahil, dağlıların karda yürürken çıkarttıkları kart kurt sesleri vardır. Kürtçe diye bir dil yoktur. Yargılandığımız mahkeme başkanının da veciz bir biçimde ifade ettiği gibi “bilinmeyen”, “anlaşılmayan” bir dil vardır. Dolayısıyla bunları kabul etmemek, karşı çıkmak, Kürt vardır demek, Kürtçe konuşmaya çalışmak zaten başlı başına bir suçtur. Bu nedenle ekstra bir suç işlenmiş mi işlenmemiş mi çok önemli değildir. Kürt tarihi, kimliği, kültürü vb’nin varlığını-gerçekliğini iddia etmek, zaten suçlu olmak için yetmektedir.

 

Türkiye genelinde, Kürt kimliği, kültürü, dili vb’ne ilişkin ne kadar kurum, çalışma ve örgütlenme varsa, hepsini suçlama konusu yapmış ve iddianameye taşımıştır. Hiçbir yargı kararı olmadan yasal yayın yapan TV’ler örgüt televizyonu olarak ilan edilmiştir. Türkiye’de tek Kürtçe yayın yapan Azadîya Welat gazetesi, salt Kürtçe yayın yaptığı için örgütün yayın organı olarak tanımlanmıştır. Bu sorunlu zihniyet Azadîya Welat gazetesini okuyan, abone olan herkesi de örgüt üyesi olarak yaftalamıştır. Benzer yüzlerce örnekte niyet okunmuş, zihniyet polisliği yapılmıştır. Burada açığa çıkan salt bir savcının sorunlu zihniyeti değildir. Yüz yıllık resmi ideolojinin Kürt halkına bakışıdır.

 

Bu kapsamda 14 Nisan 2009 ‘dan itibaren Türkiye genelinde Kürtlere karşı süreklileşen operasyonlar başlatılmıştır. Bu operasyonlar kapsamında binlerce insan gözaltına alınmıştır. Yedi bini aşkın insan sudan gerekçelerle tutuklanmıştır. Tutuklananların çoğu mahkemelere çıkmak için iki yıla yakın bir süre beklemişlerdir. Her operasyon ve tutuklanma dalgası yenilerine davetiye olmuştur. Tutuklamalarda dosyalara gizlilik kararı konularak, suçlananlar ve avukatlarının dava dosyasına erişimi engellenmiştir. Ama üzerine gizlilik kararı konulan dosyalar ve soruşturmalar manipülasyon amacıyla çarşaf-çarşaf gazeteler ve TV’lerde yayınlanmıştır. Tutuklanan, kendini savunma imkânından yoksun olanlar hakkında akla-hayale sığmayacak iftira kampanyaları düzenlenmiştir. Soruşturma kapsamında olan kişiler peşin suçlu ilan edilerek yargısız infaza tabi tutulmuşlardır. TV ekranları ve gazete manşetleri muhtelif zamanlarda mahkeme salonuna dönüştürülmüştür. Sadece suçlamak, yargılamakla yetinmeyip, hiçbir maddi veriye dayanmadan kişiler mahkûm edilip, infaza tabi tutulmuşlardır. Politik amaçlar doğrultusunda, yalan ve iftira temelinde hazırlanan iddianameler doğru kabul edilip kamuoyuna sunulmuştur. Bununla yetinilmeyerek iddianamelerde yer almayan suçlamalar, kanıtlanmış gerçekler olarak topluma sunulmuştur.

 

Özel olarak görevlendirildiği anlaşılan ama Savcı mı, polis mi yoksa akademisyen mi olduğu belli olamayan kişiler, gözaltına alınan ve tutuklananları TV ekranlarında ve gazete manşetlerinde sürekli suçlayıp, infaz etmişlerdir. Bu operasyon ve hukuksuz yargılamalara karşı kamuoyunda yükselen itirazları bastırmak için akla-hayale sığmayacak manipülasyonlara başvurulmuştur. İnsan hakları ve adalet adına bu tür uygulamalara itiraz eden her kes terörizmi savunuyorsunuz suçlamasına maruz kalmıştır. Darbe dönemlerini aşan hoyratlıklar ve hak ihlalleri bu yargılamaların ve davaların rutinlikleri haline gelmiştir. Ülke genelinde konuşan-itiraz eden her kes bu operasyonlar kapsamına alınmıştır. TV ekranlarında ve gazete manşetlerinde itibarsızlaştırılarak tutuklanmıştır. Öz olarak bu süreç boyunca soğuk savaş döneminin tüm kirli yöntemleri uygulanmıştır.

 

Faşizan uygulamalar sıradanlaştırılarak hayatın ayrılmaz bir parçasına dönüştürülmüştür. Tüm toplumsal muhalefet paralel devlet olarak damgalanmıştır. Bu çerçevede 1940’lı yılların antikomünist avını, 1990ların bölücülük histerisini ve 2000’lı yılların terörizm kampanyalarını katbe-kat aşan uygulamalar hayat bulmuştur. Yalan, çarpıtma ve iftiralarla gerçek katledilerek, hakikat tanınmaz hale getirilmiştir.

 

Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Kürtler her dönemin kurbanıdırlar. Darbe yâda benzer olağanüstü dönemlerinin değişmez mağdurudurlar. Cumhuriyet kurumsallaştıkça 1924 ten itibaren süreklileşen baskı-yasak ve asimilasyona tabi tutulmuşlardır. 1960 darbesinde kafileler biçiminde Sivas’taki toplama kamplarına gönderilmişlerdir. 12 Eylül darbesinde toplum olarak, Diyarbakır cezaevinde somutlaşan, insanlığın tanık olduğu en akıl almaz işkencelere tabi tutulmuşlardır. 2007 de başlayan olağan üstü dönemde ise süreklileşen ve toplumun tüm kesimlerini kapsayan operasyonlar, hazırlanan faşizan iddianameler ve rehineliğe dönüşen tutuklamalarla Türkiye’de yaşayan her kes etkilenmiştir. Fakat bu sürecin esas mağduru bir kez daha Kürtlerdir.  Çünkü bu dönemde Kürt toplumunun tüm katmanları her geçen gün katmerleşen baskı, yasak ve tutuklamalardan fazlasıyla payını almıştır. 2007 de başlayan süreç boyunca kadınların tüm örgütlenme çabaları yasadışı ilan edilmiştir. Gençliğin her türlü etkinliği terörizm kapsamına alınmıştır. Toplumun düşünce, örgütlenme, kendini ifade arayışları bölücülük -terörizm olarak değerlendirilmiş ve şiddetle, baskıyla yok edilmeye çalışılmıştır. Kürtlerin kendilerini ifade çabaları bir yandan DTP’nin kapatılması ile engellenmeye çalışılırken, diğer yandan kitleselleşen tutuklanmalarla, düşünce-ifade ve örgütlenme hakkı yok edilmiştir. Partiler, gazeteler, gençlik, kadın, çevre vb dernekleri peş-peşe kapatılmıştır.

 

Etkinlikleri terör kapsamına alınmayıp resmen yasaklanmayan-kapatılmayan kuruluşlar ise üye, yönetici ve çalışanları tutuklanarak fiilen çalışamaz hale getirilmişlerdir. Gazeteci, avukat, akademisyen, belediye başkanı, meclis üyesi, milletvekili, parti il, ilçe başkanları, sendikacılar, insan Hakları savunucuları, çevreci aktivistler vb her kesimde insanlar, gruplar halinde gözaltına alınıp tutuklanmışlardır. Mevcut durumda muhalif oldukları, Kürtlere özgürlük istedikleri için bu kapsamda binlerce insan tutukludur. Tümüne yöneltilen suçlama terörizmdir. Basın açıklamasına katılmak, 8 Mart dünya emekçi kadınlar gününde etkinlik düzenlemek, Hasankeyf’te baraj yapılmasına karşı çıkmak, oturma eylemine iştirak etmek, açlık grevine katılmak vb etkinlikler ‘vahim nitelikli’ eylemler olarak tanımlanmış ve tutuklanma-yargılanma nedeni haline getirilmiştir. Tüm bu çalışmalar ve etkinlikler Terörizm suçlamasına kanıt yapılmış ve KCK soruşturması, iddianamesi, davası bu zemin üzerinde inşa edilmiştir.

 

Bu soruşturma ve dava 14 Nisandan bu yana bir biçimde kamuoyunun gündemindedir. Operasyon yürütücüleri; başlangıçta bu soruşturmayı paralel devleti çökertme, Kürt siyasetini özgürleştirme ve sokakları şiddetten arındırma olarak kamuoyuna sundular. 14 Nisandan, ilk iddianame çıkana kadar tüm faşizan uygulamalara bu kapsamda meşruiyet sağlanmaya çalışıldı. Yapılanların gerekliliğini anlatmak için büyük bir propaganda savaşı yürütüldü. Bu kapsamda yüzlerce TV proğramı yapıldı. Gazetelere röportaj verildi. Makaleler yazıldı.

 

Hükümet yetkilileri, özel görevli gazeteciler, polis akademisi görevlileri ısrarla tutuklananların dağa elaman gönderdiklerini, belediyeleri arka bahçeleri haline getirdiklerini, sokak eylemlerini organize etiklerini gündemleştirdiler. Bu yönüyle TV ve gazete yayınlarına, miting meydanlarında söylenenler eklenmiştir. Böylelikle kamuoyu yanıltılmıştır. Kamuoyunda şiddetti bitirecek, Kürt siyasetini özgürleştirecek ve paralel devleti tüm organları ile açığa çıkarıp, çökertecek bir iddianame beklentisi yaratılmıştır. Fakat operasyonlarda elde edilen veriler bu beklentiyi karşılayacak düzeyde olmayınca mevcut iddianame formatı devreye konulmuştur.

 

Devreye konulan iddianame sekiz bin sayfa gibi oldukça kabarık olduğunda kimsenin tam olarak okuyamayacağı, karmaşık-çelişik olduğundan okuyanında anlamayacağı, anlayan olursa da bu kadar çok izah gerektirdiğinden dile getiremeyeceği bir formatta kurgulanmıştır. Muhtemelen geçen bunca süre içinde dava avukatları, savcılar, yargılama heyeti ve yargılanalar dahi hiç kimse bu iddianameyi tam olarak okumamıştır. Çünkü gerçek anlamda ceza hukukunun formatına göre hazırlanmış bir iddianame yoktur. Yasal mevzuata uyulmadan yapılan telefon ve ortam dinlemeleri yan-yana alt-alta sıralanarak bir dizgi oluşturulmuş, bunlara gizli tanık anlatımları eklenmiş ve tüm bunların başına da soruşturulan kişilerin hem kendilerine, hemde ailelerine dönük polisin hazırladığı bilgiler fezlekeler konularak adına iddianame denilmiştir.

 

Dosyada iddianame başlığı kaldırıldığında geriye bir kâğıt yığını kalmaktadır. Yani mevcut yargılama iddianame özeliği taşımayan evrak yığını üzerinden yürütülmektedir. Dosyada yargılama konusu yapılan eylemler ve yargılanan kişiler arasında, yargılanan kişiler ile KCK arasında her hangi bir irtibat kurulamamış, bu yönlü tek bir belge sunulamamıştır. İnternet sitelerinde elde edilen KCK sözleşmesi şablon olarak kullanılmış ve böylece konuşan, muhalif olan, itiraz eden her Kürt KCK’li ilan edilerek suçlanmıştır. Yargılama dosyası böyle kurgulanmıştır. 

 

Dava dosyası sekiz (8) bin sayfaya yakın iddianame ve 128 bin sayfayı aşan ek belgeye dayanmaktadır. İddianameyi oluşturan bilgi ve belgelerin  % 90’ı telefon görüşmeleri ve ortam dinlemeleridir. İki yılı aşkın süre boyunca yapılan ortam ve telefon dinlemeleri, ayıklanmadan, suçlamalarla bağı olup-olmadığına bakılmadan olduğu gibi iddianameye taşınmıştır. Telefon ve ortam dinlemelerinin iddia edilen örgütle, suçlamalarla bağı kurulmadığı için her konuşma uzun-uzadıya sübjektif yorumlara tabi tutulmuştur. Davanın ek klasöründeki belgelerin yüzde doksan beşine yakını DTP’li belediyelerin, DTP genel merkez yâda yerel örgütlerinin ve bölgedeki sivil toplum kuruluşlarının resmi evraklarından oluşmaktadır. DTP nin değişik tarihlerde yayınladığı genelgeler, İHD, GABB gibi kuruluşların yürüttüğü projeler, farklı kuruluşlarla yaptıkları yazışmalar vb dava ve suçlamalarla hiçbir alakası yokken dosyaya konulmuştur. Dosyanın önemli kısmını bu vb çalışmaların evraklarından oluşmaktadır. Kalan bölümü ise değişik internet sitelerinden alınan KCK sözleşmesi, KCK yöneticilerinin açıklamaları ve nerden elde edildiği belli olmayan PKK yeniden inşaya ilişkin program, tüzük vb ilişkin belgelerden oluşmaktadır.

 

Dosyada yargılananlarımızın tamamına ilişkin daha önce devlet kurumlarının yaptığı fişlemeler de yer almaktadır. Şahsımıza ve ailelerimize ilişkin on yıllara dayanan fişlemeler hiçbir hukuksal dayanağı olmamasına rağmen, dosyaya konulmuştur. Daha önce yargılanan, gözaltına alınanlarımızın emniyet, savcılık ve mahkeme aşamalarında verdiği ifadeler, yargılamalara ilişkin mahkeme kararları ve emniyet müdürlüklerin resmi yazışmaları vb tüm belge-bilgiler dosyaya taşınmıştır. Bunlar sadece sabıka kaydı şeklinde değil, tüm evrakları kapsayacak biçimindedir. Bu haliyle dosya her birimiz için son yermi-otuz yıllık sürecinin arşivi niteliğindedir.

 

İddianamede sayfa 1’den 45 kadar yargılananların kimlik, ikametgâh bilgileri, sevk maddeleri vb yer almaktadır. Sayfa 45den itibaren ise soruşturmanın Diyarbakır emniyeti tarafında PKK/KONRA-GEL faaliyetlerini yürüten bir yapının bulunduğu kanatı ile başlatıldığını ifade etmektedir. Oysa dosyanın geneli incelendiğinde bunun doğru olmadığı açığa çıkmaktadır. Çünkü izleme ve dinlemeye ilişkin mahkeme kararlarına göre soruşturma 14.02.2007 tarihinde Cihan Deniz’e dönük başlatılmıştır. 11 ay sadece Cihan Denize yönelik sürdürülmüştür. Daha sonra Cihan Denizi aradığı gerekçesiyle başka insanlar içinde dinleme kararı alınmış ve bunlarda soruşturmaya dahil edilmişleridir. Böylece 14 Şubat 2007 de başlayan dinlemeler 2009 Nisanına kadar devam etmiştir. Bu süre boyunca sayılamayacak kadar insan dinlenmiştir. Hakkında dinleme kararı alınanlar, aynı zamanda soruşturmaya dahil edilmişlerdir. Cihan Deniz’in dinleme kararının gerekçesi PKK/KONGA GEL adına cenaze töreni düzenlemek ve propaganda yapmaktır. Diğer dinlemelerin gerekçesi ise Cihan Denizi aramaktır. İlk günden operasyonun yapıldığı 14 Nisan 2009’a kadar alınan hiçbir dinleme kararında KCK/TM isimli bir yapıdan bahsedilmemektedir. Tüm dinlemelerin gerekçesi PKK adına faaliyet yürütmedir. Dinlemelere ilişkin mahkeme karalarının yanısıra Diyarbakır emniyet müdürlüğünün soruşturmaya ilişkin değişik tarihlerde hazırladığı raporlarda aynı içeriktedir.

 

Telefon dinlemelerinin yanı sıra 25 Ocak 2008 den itibaren teknik ve fiziki takiplerde yapılmıştır.  Teknik takip konusunda sadece 6 kişi için mahkeme kararı alınmıştır. Bu karara dayanarak binlerle ifade edilebilecek sayıda insan dinlenmiş, takip edilmiştir. Hakkında fiziki takip kararı alınan kişilerle alakası olmayan ev, ofis, park vb yerler izlenmiş, dinlenmiştir. Ayrıca DTP yerel yönetimler bürosu 4 Nisan 2008 den, 14 Nisan 2009 a kadar yasadışı dinlenmiştir. Bu tarihlerden itibaren ise büro ile hiçbir ilişkisi-irtibatı olmayan kişilerin buraya geliş-gidişleri gerekçe gösterilerek adrese dayalı dinleme kararı alınmıştır. Bundan sonra yasa dışı bir biçimde adrese dayalı alınan dinleme kararı ile mekân dinlenmiş ve 2009 14 Nisan’a kadar bu durum devam etmiştir.

 

Dava dosyası DTP Yerel Yönetimler bürosunda parti yöneticilerinin yaptıkları konuşmaların ortam dinlemesi biçiminde kayıt altına alınması üzerine kurulmuştur. Burada yapılan dinlemelerin tamamı yasadışıdır. Çünkü mahkemelerin verdiği dinleme kararlarında bu büro ile irtibatı olan tek bir insan bulunmamaktadır. Büro sahipleri ya da çalışanları hakkında her hangi bir ortam dinleme kararı da yoktur. Takibat altında olan kişilerin gidip geldiği için mekânlar dinlenirse emniyet ya da mahkemelerin de dinlenmesi kaçınılmaz olur. Çünkü benzer durumda olan kişiler ismi geçen mekânlara da uğramaktadırlar. Bu anlamda ortam dinlemelerinde yasalardaki usullere uyulmamıştır. Yasada belirtildiği gibi kişiye dayalı işlem yapılmamıştır. Soruşturma kapsamındaki kişilerle hiçbir alakası olmayan bir büro salt soruşturmada olan kişiler uğruyor diye dinlenmeye alınmış ve buraya gelen her kes dinlenmiştir.  Dinlemelerde ismi geçen her insan alel-acele soruşturmaya dahil edilmiştir. Mevcut dinleme yöntemi yasadışıdır. Çünkü böyle bir yöntemle tek bir zanlı için tüm bir şehrin dinleme mekânına dönüştürülmesi kaçınılmaz olur. Örneğimizde bu durum yaşanmıştır.

 

Tüm dinleme ve izleme sürecinde suçlamaya konu olan PKK/KONGA GEL’dir. Üç yılı aşkın süren soruşturmada tüm yazışmalar, mahkemelerde soruşturmaya ilişkin alınan kararlar, emniyetin soruşturmaya ilişkin değişik tarihlerde hazırladığı raporlar vb nin tümü PKK/KONGA GEL’le ilişkindir. Hiçbir yazışmada, raporda veya mahkeme kararında yani bir yapılanmada ya da KCK/TM den söz edilmemektedir. Soruşturmayı yürütenler KCK/TM yi 15 ay sonra çıkabilen iddianameden sonra keşf edebilmişlerdir.

 

 İddianame 47 sayfasında itibaren PKK nin örgütsel gelişimi anlatılmıştır. 1978 de PKK nin kuruluşu ve amaç hedefleri özetlenmiştir. Devamında PKK nin yaşadığı süreçler satır başları ile sıralanmıştır. Sayın Öcalan’ın yakalanması ve sonrasında yaşananlar 99–2004 başlığı altında iki sayfa olarak iddianameye taşınmıştır.  Burada yakalanma, gerilla güçlerinin geri çekilmesi, PKK nin kendini fesh etmesi ve yeniden kurulması elle alınmıştır. Bundan sonraki başlık ise 2004 stratejisi adı altında yapılan değerlendirmedir. Burada 1 Haziranda kararlaştırılan yeniden silahlı mücadelenin başlatılması kararı ve buna dair PKK yöneticilerinin basında yer alan demeçleri dava dosyasına taşınmıştır.

 

Dava dosyasına taşınan 1 Haziran kararlaşmasından sonraki başlık 2005 deki KKK sözleşmesinin kabulü ve konfederalizmin ilanını kapsamaktadır. Bu başlık altında Sayın Öcalan’ın talimatlarıyla PKK/KONGARA-GEL’in 2005 yılında KKK adı altında bir yapılanmaya gittiği ifade edilmektedir. Bu tespitlerden hareketle KKK nin ideolojik organı olarak PKK nin yeniden inşası elle alınmıştır. Yeniden inşa için hazırlanan PKK tüzük taslağı, programı, üyelik esasları, üyeliğe kabul etme ve çıkarma kriterleri vb’ne ilişkin belgeler olduğu gibi bu bölüme alınmıştır. Tüm bu belgelerin operasyon kapsamında el konulan bir bilgisayarın hard diskinde çıktığı ve PKK nin yeniden inşa belgeleri olduğu iddianamede de ifade edilmiştir. Hard diskin bulunduğu ev arama tutanağında ‘hard diskin kime ait olduğu tespit edilememiştir’ biçiminde kayıt altına alınmıştır. Buna rağmen burada çıkan tüm belge ve bilgiler dava dosyamıza taşınmıştır. Bunlar kamuoyuna yansıyan PKK nin kendini fesh edip yeniden kurulduğu 2004–2005 yıllarına ait tartışma ve belgelerdir. Tamamı farklı internet siteleri, gazeteler ve TV programları aracılığı ile değişik tarihlerde kamuoyuna yansımıştır.

 

Bu belge-bilgilerin dava dosyasıyla her hangi bir ilişkisi-irtibatı bulunmamaktadır. İddianameyi hazırlayanlar da böyle bir iddiada bulunmamışlardır. Dava dosyasına konulma nedeni dosyayı önemli hale getirmek ve kamuoyunu maniple etmektir. İnternet sitelerinde bulanabilen bu belgeler ile Rojava.com isimli internet sitesinde yayınlanmış PKK yöneticilerinin kimi demeçleri alınarak karıştırılmış ve iddianamenin bu bölümü örülmüştür. Burada yayımlanan hiçbir belge-bilgi ve suçlama ile dosyada yargılananlar arasında her hangi bir ilişki bulunamamış, kurulamamıştır. İddianameyi hazırlayanlara göre bu bölümde anlatılanların tamamının mekânı Irak ve kandil dağındaki PKK kamplarıdır.

 

Bu tarzda kurgulanan iddianame TÜDEK adlı oluşumun anlatımı ile devam etmektedir. Bu bölüme kadarki bilgi-belge, iddia ve kurgu ile TÜDEK adlı yapının ilişkisi, irtibatı kurulmadan yeni bölüme geçilmiştir. İddianameye göre TÜDEK adlı yapı Aralık 2004 de örgütlendirilmiştir. TÜDEK’e ilişkin başkada her hangi bir bilgiye yer verilmemiştir. TÜDEK adlı bir yapının kurulduğu iddia edilmiş fakat kaç kişi, nerede, kimler tarafında oluşturulduğu, amaç-hedeflerinin ne olduğu, tüzük-programının olup-olmadığı, nasıl bir mücadele stratejisine sahip olduğu vb açıklanmamıştır. Böyle bir yapının oluşturulmak istendiği söylenmiş, fakat bu iddia yer, zaman ve kişiler yönü ile somutlaştırılamamıştır. Emniyet, C.savcılığı veya başka kurumların bu oluşuma dair her hangi bir işlem yaptığına dair belge ve bilgiye de dosyada yer verilmemiştir. Birkaç satırlık anlatımdan sonra TÜDEK adlı yapının girişim düzeyindeyken başarısız kaldığı ifade edilmiştir.

 

 TÜDEK in akamete uğraması sonucu 21–04,2005 tarihinde Irak’ın kuzeyindeki kamplarda yapılan Kongra-Gel 3. genel kurul toplantısında yeni bir oluşuma gidildiği ifade edilmiştir. Bu yeni oluşum Mustafa karasu başkanlığında ve KKK olarak tarif edilmiştir. Irakta kurulan bu yapının Türkiye’ye de TK(Türkiye Koordinasyonu) olarak yansıdığı iddia edilmiştir. Bu örgütlenmenin:

 

 Öcalanı siyasi irade olarak kabul ediyorum.

 İmralıya yürüyüş

 Kürt sorununa demokratik barışçıl çözüm mitingi(13 Kasım 2005)

 4 Aralık 2005’te Sn Öcalan’a verilen hücre cezasına karşı cezaevleri ve muzahir kuruluşlarda düzenlenen açlık grevleri

 28.Mart 2006 da Diyarbakır’da gelişen toplumsal olayları organize edip yönlendirdiği iddia edilmiştir.

 

İddianamede bu eylem ve etkinliklerin TK tarafında organize edildiği söylenmektedir. Fakat bu iddiayı somutlaştıracak tek bir belgeye yer vermemektedir. Devamında ise bu olaylar kapsamında kimi örgüt mensuplarının yakalandığı, kimilerinin ise faaliyet yerlerini terk ederek örgütsel boşluğa neden olduğu dile getirilmektedir. Burada dikkat çeken durum bahsi geçen tüm bu etkinliklerin DTP-Tuhad-Fed gibi yasal kuruluşlar tarafında düzenlenmiş olmasıdır. Etkinlikleri düzenleyen bu kurumlar hakkında farklı mahkemeler tarafında açılan davaların çoğu takipsizlikle sonuçlanmıştır. Dava ve yargılamalar PKK üyeliği ve gösteri kanununa muhalefet kapsamında açılmıştır. Hiçbir dava ve yargılamada TK isimli bir oluşumdan bahsedilmemiş, dava dosyalarına bu yönlü bir bilgi-belgeye konulmamıştır.

 

Bu bölümde de iddia edilen TK isimli Örgütün nerede, kimler tarafından kurulduğu, tüzük-programının olup olmadığı, amaç hedef ve stratejisinin ne olduğu bu örgüte ait herhangi bir belgenin bulunup-bulunmadığı iddianameye yâda ek klasörlere taşınmamıştır. Ayrıca bir kısmı yakalandı denilen örgüt üyelerinin nerede yakalandıkları, kim olduklarını somutlaştıramamıştır. Bu genellemelerden hareketle 17–22 Nisan 2006 tarihleri arasında Irak’taki kamplarda gerçekleşen genel kurulda TK ismi TM, il koordinasyonları ise il meclisleri olarak değiştirildi. TM’nin başına Sabri OK getirildi. Çukurova, Diyarbakır ve Ege faaliyet alanları olarak belirlendi denilmektedir. Bahsi geçen tarihler arasında Irak’ta böylesi bir toplantının yapıldığına dair tek kanıt internetten alınan bir açıklamadır. İnternetten alınan bu açıklamada KONGRA-GEL genel kurulunun yapıldığı, sonuçlandırıldığı ve çeşitli kararlara gidildiği yer almaktadır. Bu açıklamada TM ya da başka bir yapının kurulduğuna dair her hangi bir bilgi yoktur. Buna rağmen İddianamede bu açıklamaya dayanılarak TM’nin kurulduğu iddia edilmektedir.

 

Dava dosyasında TM’nin kuruluşuna ilişkin hiçbir belge-bilgi yer almamaktadır. Bu nedenle TM’nin kuruluşu ilişkin ve varlığına ilişkin iddia havada kalmaktadır. Sadece genel kurul yapıldı,  TM oluşumuna gidildi denilmektedir. Fakat buna ilişkin bir belge sunulmamaktadır. Irak’taki kamplarda TM adlı örgüt kuruldu, kararlar alındı denilmektedir. Fakat örgütün kimler tarafından kurulduğu, amaç-hedeflerinin ne olduğu, en önemlisi de dava dosyasında yargılananlarla nasıl bir irtibatının bulunduğu açıklanmamıştır. Bu yönlü bir belge-bilgi ve kanıt sunulmamıştır. Dava dosyası KCK sözleşmesine dayandırılmıştır. Bu sözleşmenin kabul ve ilen tarihi Mayıs 2007 olarak tarif edilmiştir. Dosyada KCK/ TM nin kurup yönettiği kurumlar olarak suçlanan gazete, dernek, parti vb kuruluşlar ise 2007 öncesine, hata kimileri, 15–20 yıllık ge14 Nisan 2009 ‘da geçmişe sahiptir. İddianamenin ilerleyen bölümlerinde bu sorunlu zihniyet Irak’ın kuzeyini bırakıp İstanbul’a uzanmış ve tek bir ilişki-irtibat göstermeden İstanbul’daki bir DTP toplantısını bu kurgusuna eklemleyerek terör faaliyeti olarak tanımlamıştır.

 

03–05 Kasım 2006 tarihleri arasında DTP bağcılar ilçe binasında 237 kişinin katılımıyla gerçekleşen halk toplantısını KCK/TM yapılanma toplantısı olarak ele almıştır. Bahsi geçen toplantı DTP danışma kurulu toplantısıdır. Toplantı İstanbul polisinin baskınına uğramış, toplantı mekânı aranmış, tüm belge-bilgilere el konulmuştur. Fakat toplantıya katıldı diye kimse gözaltına alınmamış, el konulan bilgisayar, flaş disk ve belgelerden dolayı tek bir insan için dava açılmamıştır. Polis baskınından sonra bahsi geçen toplantı devam etmiş ve rutin gündemiyle sonuçlanmıştır. 237 kişiyle İstanbul’un orta yerinde illegal bir örgütün, illegal toplantısını yapmak akla ziyan bir iddiadır. Fakat bahsi geçen toplantı mekânına baskın yapabilmek için ‘PKK burada toplantı yapıyor’ biçiminde düzenlenen şaibeli ihbar mektubu, yıllar sonra yeni bir soruşturma ve iddianamenin kanıtı sayılmıştır. Ayrıca bu toplantıda alındığı iddia edilen kararlar da en az toplantı kadar ilginçtir. Toplantıda alındığı iddia edilen kararlar:

TM isimli yapılanma ile aynı paralelde faaliyet gösterecek yapıların İran, Irak ve Suriye’de hayata geçirilmesi,

Ülkenin genelinde bölge, il, ilçe, semt ve sokak biçiminde örgütlenmek, halkın sorunlarını meclisler aracılığıyla çözmek, güneydoğuda meydana gelen sel felaketi nedeniyle kampanyalar düzenlemek, dağınık örgütlenmelerin önüne geçmek ve ihtiyaçların karşılanması için havuz sistemini oluşturmama, Yurttaş dernekleri üzerinden sürdürülen çalışmaların demokratik toplum Türkiye Meclisi adı altında yürütmek,

Irak ve İran’daki kamplara gidenlerin koordine edilmesi,

   Öcalan avukatları ve ailesiyle görüştürülmemesi durumunda kitlesel eylemlerin düzenlenmesi

Tahliye olanlara dönük çalışmaların yürütülmesi, aksine hareket edenlere yaptırımlar uygulanması,

YJA ile KJB’ nin mahallelere kadar eylemsel amaçlı örgütlendirilmesi. Ayrıca 1 Ekim 2006 tarihinde ilan edilen ateşkes sürecinde kitlenin diri tutulması amacıyla serhildan tarzı eylem talimatı verildiği görülmüştür denilmektedir.

 

Alındığı iddia edilen bu kararlara ilişkin tek bir belge dosyaya konulmamıştır. Bu bilgilerin nasıl elde edildiği meçhul bırakılmıştır. Ne el ürünü bir belge, ne dijital ortam kaydı ne de herhangi bir ses kaydı bu konuda kanıt olarak gösterilmemiştir. Ayrıca bahsi geçen bu kararların toplantıyla, toplantının ise dava dosyasında yargılananlarla herhangi bir bağı kurulamamıştır. TM ile aynı paralelde İran Irak ve Suriye de faaliyet yürütecek bir yapının kurulması kararlaştırıldı deniliyor. Fakat buna ilişkin tek bir belge, kanıt sunulmamıştır. Bu iddianın doğru olması durumunda Kandil ile İstanbul’daki toplantının yer değiştirdiğini kabul etmek gerekir. Yine Irak ve İran’daki kamplara gideceklerin koordine edilmesi kararlaştırıldığı ifade ediliyor. Fakat buna ilişkin tek bir örnek verilmiyor. Nerde, ne zaman, kimin kamplara gönderildiği, kimlerin bunları koordine ettiği tek örnekle bile somutlaştırılamıyor. Aynı durum alındığı iddia edilen diğer kararlar için de geçerlidir.

 

 KCK sözleşmesinin kabulü ve yapısı başlığı altındaki bölümde bir kez daha PKK tüzüğü işlenmiştir. Buradan hareketle KCK’ nin kuruluşu tarif edilmiştir. KCK ‘nin kuruluşu 17 Mayıs 2005 tarihine dayandırılıyor. Fakat aynı iddianamenin birkaç satır sonrasında bahsi geçen tarihte KCK adlı bir yapının olmadığı açıklanıyor. İddianameyi hazırlayanlar işin içinden çıkamadığından burada bir kez daha PKK yeniden inşa belgelerine ve tüzük programında başvurmuşlardır. Böylelikle İddianamesini tersyüz edilmiştir. KCK birkaç ayrı tarihte ve mekânda (Kandil ve İstanbul) yeniden- yeniden kurulmuştur. Bu yapının nerde, ne zaman ve kimler tarafından kurulduğunu somutlaştırmadan, KCK sözleşmesinin içeriğine geçilmiştir. iddianamenin sayfa 56’a kadar olan bölümünde dizin ve yargılanan kişilerin kimlik bilgilerine, PKK nin kuruluşuna vb yer verilirken, Sayfa 56 dan 69’a kadar olan bölümde  ise KCK nin Kandil’deki kuruluş süreci ve sözleşmesi anlatılmaktadır. Bu bölüm kurgulanırken birçok yerde çelişkiye düşülmüş ve iddianame tanımsız - karmaşık hale getirilmiştir.

 

İddianamenin 69 sayfasına kadar olan bölüm böyle kurgulanmıştır. Fakat bu kurgu ile dava dosyasında yargılananlar arasında herhangi bir irtibat ortaya konulamamıştır. Böylesi bir ilişki ve irtibata dair herhangi bir belge-bilgi sunulamamış, iddiada dahi bulunulamamıştır. Buraya kadar olan bölüm de PKK nin yeniden kuruluş süreci, yeniden kurulan PKK nin amaç-hedefleri, işleyişi, stratejisi, üyelik kıstasları vb tanımlanmaktadır. Fakat tüm bunların mevcut yargılamayla ya da yargılanan tek- tek kişilerle herhangi bir ilişkisi kurulamamıştır. Yeni bir örgütün kurulduğu iddia edilmiştir. Fakat o yapının kurucuları program-tüzük, hedef-stratejisi, ne zaman nerede kurulduğu vb yönleriyle delillendirilmemiştir. KCK/TM isimli bir örgütleme kurgulanmaya çalışılmış ama bu örgüte dair sözlü-yazılı tek bir belge-bilgiye yer verilmemiştir.

Soruşturma kapsamında 3 yıl boyunca izlenme- dinleme yapılmıştır.

 

Telefonların yanısıra ortam konuşmaları da kayıt altına alınmıştır. Buna rağmen kurulduğu iddia edilen örgütün varlığına dair tek bir emareye ulaşılmamıştır. Suçlanan örgütlenme Irak’taki kamplarda kurulan KCK ile aynı örgüt ise bu durumda iddianame daha fazla sorunlu hale gelmektedir. Çünkü böyle olduğu takdirde mevcut dosyada yargılananlar ile Kandilde kurulan KCK arasında ilişki-irtibatın tespit edilmesi ve belgelenmesi gerekmektedir. Oysa dosyada böyle bir ilişki-irtibat tespit edilmemiş bu yönlü herhangi bir belge ve bilgi de sunulmamıştır. Dava dosyası ile KCK arasında her hangi bir bağ-irtibat bulunmadığı için suçlama konusu olan yapı iddianamenin kimi bölümlerinde yeni bir örgüt olarak tanımlanmamıştır. KCK’den bağımsız bir yapı olarak tarif edilmiştir. Fakat bu yapının yasadışlıkla, şiddetle bağı kurulamadığından terör suçlamasının kapsamına alabilmek için KCK etiket olarak kullanılmıştır. Örneğin vahim nitelikli eylem kapsamına alınan tüm etkinliklerin talimatı KCK’ ye yakın internet sitelerinde alındı denilmektedir. Fakat aynı zamanda iddianamenin başka bölümünde bu eylemleri kararlaştırarak, talimatını verdi diye 12 kişiye ceza kanunun 302 maddesinde ceza istenmektedir.

 

İddianamenin 2 bölümünde ise KCK sözleşmesinin maddeleri sıralanmıştır. Bir önceki bölümde yer alan konular yeniden işlenmiştir. Tutuklandığımız günden bu yana TV ekranları ya da gazetenin manşetleri aracılığıyla cellâtlılığımıza soyunan, her gün birkaç kez bizleri infaz eden akademisyen kılıklı istihbaratçıların papağan gibi tekrarladıkları KCK sözleşmesi olduğu gibi bu bölüme taşınmıştır. Burada KCK sözleşmesi 18 ile 22 maddelerine vurgu yapılarak, bu maddelere dayanarak KCK/TM adlı yeni bir örgütün kurulduğu iddiasında bulunulmuştur. Yine KCK sözleşmesinin 14. maddesine göre bu örgütlenmenin siyasi, ekolojik ve yerel yönetimler, hukuk, dış ilişkiler, azınlık ve inanç grupları gibi alan merkezlerine dayandırılmıştır. Devamında kent meclislerinin oluşturularak ideolojik alan, siyasal alan, sosyal alan ve halk savunma alanları kurulduğu ayrıca gençlik ve kadın örgütlerinin kurularak bu kapsamda faaliyet yürüttükleri iddia edilmiştir.

 

Burada bir kez daha tekrarlanan KCK sözleşmesidir. Türkiye’de kurulduğu iddia edilen KCK/TM adlı örgütlenmeye ilişkin ise tek bir belge-bilgi sunulamamıştır. İddianame KCK/TM eksenli kurgulanmaya çalışılmıştır. İşin KCK boyutu internet sitelerinde alınan KCK sözleşmesiyle düzenlenmiştir. Fakat sıra TM’ye gelince herhangi bir delillendirilme yoluna gidilememiştir. Sadece böyle bir örgütün kurulduğu ve faaliyet yürüttüğü söylenmekle yetinilmiştir. Dava dosyası böylesi bir örgütlemeyi açığa çıkarma iddiasında dayanmaktadır. Yargılamadaki tüm suçlamaların merkezinde TM (Türkiye meclisi) bulunmaktadır. Fakat bu meclisin nerde ve ne zaman kurulduğu açıklanmamıştır. Kaç kişi ve kimlerden oluştuğu belirtilememiştir. Deşifre olan ya da olmayan, yakalanan ya da yakalanmayan üyelerinin kimler olduğu dile getirilememiştir. Genel-geçer, soyut anlatımlarla yetinilmiştir. Sadece TM isimli bir örgüt kuruldu denilmiştir.

 

Kurulduğu iddia edilen bu örgüt ile bu davada yargılananlar arasında ise her hangi bir bağ kurulamamıştır.  Burada örgütsel bir yapının tarifi yerine çeşitli etkinlikler ve bu etkinlikleri düzenleyen kişilerden yola çıkarak illegal bir örgüt tanımlanmaya çalışılmıştır. Tüm suçlamaların merkezine konulan meclis somutlaştırılmadan ona bağlı faaliyet yürüttüğü iddiasıyla komiteler tarif edilmiştir. Devamında da somutlaştırılmayan örgütün faaliyetleri anlatılmıştır. Bu faaliyetler, DTP ile BDP’yi yönlendirme, bu iki partinin seçimlerde gösterdiği adayları destekleme, Hasankeyf vb ilişkin etkinlikleri düzenleme biçiminde somutlaştırılmıştır.

 

Bu anlatımın devamında sayfa 72 den 74 e kadar 20 Temmuz 2009 yılında Kandilde yapılan KONGRA-GEL genel kurulu ile ilgili Roj TV de çıkan haberler kullanılmıştır. Dava dosyasında yargılananlar bu tarihten çok önce tutuklanmıştır. Dolayısıyla gerçekleşen kongre ile her hangi bir ilişki yoktur. Buna rağmen alakasızda olsa bu açıklama iddianameye alınmıştır. 75’te ise KCK operasyonlarına dönük Sayın Öcalan’ın görüşme notlarındaki değerlendirmelere yer verilmiştir. Sayfa 76–77 de internet sitelerinde bulunan KCK şemasının elle çizilmiş haline yer verilmiştir. Bu çizimin niçin ve kimler tarafından yapıldığı, dosya ile nasıl bir bağı olduğu açıklanmamıştır. Sayfa 78 de aramalarda elde edilen bir flaş diskte çıkan görüşme notları, KCK sözleşmesinin kimi bölümleri, kimin nereye yazdığı belli olmayan bir istifa dilekçesi ile KCK/Rojava ve Suriye de faaliyet gösteren PYD’ isimli siyasi partiye ilişkin değerlendirmeler bulunmaktadır. İlginç olan dava ve yargılanan kişilerle bu materyallerin herhangi bir bağının bulunmamasıdır.

 

Sayfa 79 da başka bir flaş diskte çıkan ve suçla-suçlamalarla herhangi bir alakası bulunmayan bir kitap taslağına yer verilmektedir. Kitap taslağının bitiminde ise başka bir flaş diskte çıkan görüşme notları yer almaktadır. Bu görüşme notları da önceki bölümlerde iddianameye taşınanlar gibi eski tarihlere aittir. Tümü internet siteleri ve gazetelerde yayınlanmıştır. İddianamedeki bu dizgi sayfa 80 e kadar devam etmektedir. 80 den başlayarak hiçbir ayıklama yapılmadan, suçla-yargılanan kişilerle bağı kurulmadan ortam ve telefon dinlemelerine yer verilmektedir. İddianamenin 89 sayfaya kadar ki bölümü böyle düzenlenmiştir. Sayfa 89’dan itibaren Elazığ emniyet müdürlüğünde ifade veren bir itirafçının itiraflarına yer verilmiştir. Bahsi geçen şahsın dava dosyasıyla alakası yoktur. İfadeleri yargılanan kişilere ilişkin değildir.  Şahıs Elazığ emniyetinde TK isimli bir yapıdan bahsetmiştir. Malatya 3. Ağır Ceza Mahkemesinde ise tarif ettiği yapının DTP ve faaliyetleri olduğunu, illegal herhangi bir yönünün bulunmadığını söylemiştir. Mahkemedeki bu ifadesine rağmen emniyette iken verdiği ifade ve DTP gençlik yapılanmasına ilişkin çizdiği şema, TK şeması olarak dava dosyamıza taşınmıştır.

 

İddianamede Sayfa 92 den 93 e kadar yeniden ortam dinlemeleri kullanılmıştır. 93 den 97 ye kadar Öcalan’ın dört ayaklı paradigması başlığı altında görüşme notlarında yer verilmiştir. 97 den 106 ya kadar yeniden görüşme notları kullanılmıştır. Sayfa 106 dan 108 e kadar telefon tapelerini, 108 den 138 e kadar Sabri OK ile dava dosyasında yargılanan kimi bireylerin bir-birleriyle yaptıkları telefon görüşmelerine yer verilmiştir.

 

 138 den 146 ya kadar siyasal alan başlığı altında suç ve yargılamayla alakası olmayan ortam dinlemeleri kullanılmıştır. 146 dan 155 kadar kent meclisleri ve özgür yurttaşlıkla ilgili bir yazıya yer verilmiştir. 155 ve 156 sayfalarda DTP yerel yönetim komisyonun genel merkeze yazdığı seçimlerle ilgili raporuna yer verilmiştir. Sayfa 156 dan, sayfa 206 ya kadar Y.yönetimler komisyonun iç toplantısının kayıt altına alınan ortam dinlemesine yer verilmiştir.  206’dan itibaren ise Ahmet Türk, Emine ayna, Osman özçelik ve A.demirbaş tan oluşan DTP heyetinin Kürdistan bölgesel yönetim başkanı Mesut Barzani ve heyeti ile yaptıkları görüşmelerin bilgisayardaki kayıtları olduğu gibi iddianameye taşınmıştır.  Sayfa 223 e kadar bu belgeye yer verilmiştir. Sayfa 223 ten 233 e kadar KCK/TM hukuk komitesi başlığı altında ortam dinlemelerine yer verilmiştir. 233 ten sayfa 255 kadar sosyal alan başlığı altında ortam dinlemelerine yer verilmiştir. 255 ten 257 ye kadar inanç grubu adı altında yerel seçimlere ilişkin yazılmış bir yazıya yer verilmiştir. 258 den 266 ya kadar dil ve eğitim komitesi başlığı altında ortam dinlemelerine yer verilmiştir. 266 dan 269 a kadar Kürt yazarlar derneği ve Kürt enstitüsü faaliyetlerine ilişkin yazılmış bir yazıya yer verilmiştir. 269 dan 216 ya kadar ideolojik alan adı altında DTP kadın hareketinin ayrıntılı eğitim proğramı, bununla hiçbir alakası olmayan ortam dinlemeleri ve 29.7.2007 tarihli tevçand isimli bir derneğin çalışmalarına ilişkin değerlendirmelere yer verilmiştir. 316 dan 323 e kadar MKM (Mezopotamya kültür merkezi) başlığı altında bir biri ile alakası olmayan yazılara, değerlendirmelere yer verilmiştir.

 

Sayfa 323 ten 379 a kadar ekonomik alan başlığı altında dava ve suçlamalarla hiçbir alakası olmayan Diyarbakır B.şehir belediyesinin imar müdürlüğünün 2002 yılına ait kimi evraklarına ve ayrıca ortam dinlemelerine yer verilmiştir. Sayfa 379 dan 387 ye kadar kadın alanı başlığı altında ise kimi internet sitelerinde elde edilen KJB yapısına ilişkin yazılar ve alakasız kimi dokümanlara yer verilmiştir. Sayfa 387 den 444 e kadar YJA-STAR şeması, örgütlenmesine ilişkin kimi teorik yazılar, bir kitabın içindekiler bölümü ve alakasız ortam dinlemeleri yer almıştır.

İddianamenin 444 sayfasından 494 e kadar gençlik yapılanması adı altında DTP gençlik örgütlenmesi, onun tüm faaliyetleri, yöneticileri, harcamaları vb’ne yer verilmiştir. Ayrıca DTP gençlik yapısını şeması çizilerek illegal bir yapı olarak lanse edilmiştir.

 

Sayfa 494’te şervan aktarımı başlığı atılmış ve bu çerçevede korkmaz isimli bir gizli tanığın anlatımına yer verilmiştir. Fakat dosya kapsamında gönderilen tek bir şervan ismine ve onu kimin gönderdiğine yer verilmemiştir. Ayrıca bu tanığın anlattıkları ile dosyadaki suçlamalar arasında bir irtibat kurulamamıştır. Muhtemelen bu tanığın anlattıkları başka dosyalarda dairdir. Çünkü anlattıkları ile dosyada yargılananlar arasında hiçbir bağ bulunmamakta ve iddia makamı da bu yönlü bir suçlamada bulunmamaktadır. Bu bölüm sayfa 544 kadar devam etmiştir.  544 ten eylemler başlığı atılmış ve burada saç kazıtma, açlık grevi, basın açıklaması, Şırnak iline canlı kalkan olarak yürüyüş düzenleme, bende Sayın Öcalan diyorum içerikli dilekçe toplama ve meclise gönderme vb. oluşan ve savcılık tarafından vahim nitelikli olarak değerlendirilen 12 ayrı eyleme yer verilmiştir. Bu etkinliklerin tamamı yasal kuruluşlar tarafında, yasal zorunluluklar yerine getirilerek gerçekleştirilmiştir. Bir kısmı bölgede faaliyet gösteren dernekler tarafında, geri kalanı da DTP genel merkezi ya da yerel örgütlerince tarafında icra edilmiştir. Örneğin DTP tarafında içişleri bakanlığında izin alınarak yapılan Şırnak canlı kalkan yürüyüşü dava dosyasına vahim nitelikli eylem olarak konulmuştur. Dava dosyasına taşınan etkinliklerin çoğu bakanlık yâda valiliklerde alınan izinler çerçevesine gerçekleşmiştir. Ayrıca etkinlikler sırasında gelişen olaylar (slogan atma vb) için farklı mahkemelerde dava lar açılmış bir kısmının yargılanması halen sürmektedir. İddianamenin bundan sonraki bölümde aynı çerçevede kurgulanmıştır. Yasal demokratik alanda faaliyet gösteren kurumların etkinlikleri ve bunlara ilişkin resmi yazışmalar suç unsuru olarak dosyaya taşınmıştır. Sonrasında ise tek-tek bireylerin durumuna geçilmiştir. Kişilere ilişkin bölüm yıllarca yapılan telefon ve ortam dinlemeleri ile kurgulanmıştır. Bu konuyu basın açıklamasında çekilen resimler ve gizli tanık ifadeleri tamamlamıştır.

 

Dosyadaki 151 kişiye dönük yapılan telefon/e-mail/ortam dinlemeleri,  aramalarda el konulan bilgisayar ve flash disklerdeki çok sıradan bilgi-belge ve konuşmalar hiçbir ayıklanmaya tabi tutulmadan, suçlamalarla bağı kurulmadan olduğu gibi dosyaya konulmuştur. Dosyadaki acayipliğin ve kabarıklığın temel nedeni yasal faaliyetlerin zorlama yorumlar ve hileye dayalı kurgularla yasa dışı gösterilmesidir. Böyle yapılarak legal çalışmalar illegalize edilmiş, tümüne ilişkin bilgi ve belgeler dosyaya taşınmıştır. DTP’nin kongre faaliyetleri, üyelik formları-kayıtları, olağan faaliyet yazışmaları illegal çalışmalar olarak ele alınmış ve dosyaya konulmuştur.

 

Dosyada aynı kişinin, aynı telefon konuşması 5–10 kez farklı bölümlerde tekrar-tekrar kullanılmıştır. Bununla yetinilmemiş kısacık konuşmalar değerlendirme başlığı altında savcılar tarafından sayfalarca sübjektif yorumlara tabi tutmuştur. Aynı değerlendirme ve yorumlar kes yapıştır yöntemiyle iddianamenin birçok bölümünde tekrar-tekrar kullanılmıştır. Ayrıca yargılanma ile herhangi bir alakası olmayan şahıslar, bunlara ait dosya, belge, bilgiler vb. de dosyamız içine konulmuştur. Bu yolla dosya kabarık hale getirilmiş ve içinden çıkılmaz bir hal alınmıştır.

 

İddianamenin genel kurgusu karmaşık ve çelişkilerle doludur. Bir kâğıt yığını misali içersine her şey konulmuştur. Genel kurgusu sakatlıklar, çelişkiler ve açmazlarla doludur. Bu nedenle bunlar ortaya konulmadan tek-tek şahıslara ya da şahsıma yöneltilen suçlamaları cevaplandırabilmek mümkün değildir.

 

Dosya hayali bir örgüt ismi etrafında kurgulanmıştır. Fakat bu örgütün somut olarak nerede, ne zaman ve kimler tarafından kurulduğu, amaç ve hedeflerinin ne olduğuna ilişkin tek bir belge sunulamamıştır. Örgüt kurucularına ilişkin her hangi somut bir isim verilmemiştir. Bahsi geçen örgütün program-tüzük ya da çalışmalarına ilişkin tek bir yazı, belge iddianameye konulmamıştır. Sadece 2004 Aralık ayında böyle bir örgütün kurulduğunu söylemekle yetinmiştir.

 

Hazırlanan iddianamede suçlanan örgütlenme kâğıt üzerinde bile tarif edilmediği için, adeta tüm çalışmaların merkezi olarak gösterilen TM’nin sözcülük organı da tanımlanamamış, tarif edilememiştir. Tüm eylemleri organize eden, eylem-etkinlik kararı alan organ olarak iddianameye konulan bu yapının genel kurgu ile bağı bile kurulamamıştır. TM sözcülüğüne ilişkin yapılan tanımlama yalnızca bir itirafçının Mart 2008’de Elazığ Emniyetinde verdiği birbiriyle çelişik anlatımına dayandırılmıştır. Şahıs emniyete verdiği ifade de Türkiye koordinasyon’un kimi toplumsal eylemleri organize ettiği, bu yapının 30 kişilik bir meclisinin ve 5 kişiden oluşan sözcülüğünün olduğunu ifade etmiştir. Sonraki süreçte yargılandığı Malatya 3. ACM’ de bu ifadesini DTP’nin yasal çalışmalarından bahsettiğini ve ilgili yapının illegal herhangi bir faaliyetinin olmadığı biçiminde düzeltmiştir. Fakat iddianameyi hazırlayanlar şahsın emniyet ifadesini esas almış, iddianamesini buna göre kurmuş, itirafçı sanığın sonraki yargılama aşamalarında söylediklerini dikkate almamış, görmezlikten gelmişlerdir.

 

Mevcut iddianameye göre KCK/TM diye bir örgüt olmadığı gibi sözcülük diye bir yapı da yoktur. 7500 sayfalık iddianame ve 128 bin sayfalık ek klasörde de gerçek olan tek olgu budur. Böylesine tanımsız, ne olduğu, ne yaptığı belirsiz bir organın kimi yerlerde beş kişinin, kimi yerlerde altı kişinin idaresinde olduğu söylenmektedir. Tüm iddianamenin içeriği ele alındığında böyle bir yapının varlığı bir itirafçının ve gizli tanıkların anlatımına dayandırılmıştır. Bunun dışında yılarca dinlenen telefon yâda ortam dinlemelerinde böyle bir yapıya dair tek bir veri elde edilememiştir.

 

Ayrıca iddianamenin genel kurgusunda KCK/TM’nin beş sözcüsü olduğunu iddia edilmiştir. Fakat iddianamenin şahsımla ilgili bölümüne gelince bu kuralı bozulmuş, birden bire sözcü sayısını altıya çıkarılmıştır. Dosyadaki en ağır suçlama örgüt sözcüsü olmadır. Bu suçlama kimi arkadaşlarımın yanı sıra bana da yöneltilmiştir. Fakat bu iddia hiçbir biçimde delillendirilmemiştir. Oldukça uzun süren teknik-fiziki takip ve ortam dinlemelerine rağmen bu iddiayı destekleyecek tek bir veri bulunamamıştır. Aksine takip ve dinleme tutanakları bu iddiaları yalanlar içeriktedir. Buna rağmen bir-birini yalanlar nitelikteki gizli tanık ifadelerine dayanarak örgüt sözcülüğü suçlaması bana da yöneltilmiştir.

 

Hazırlanan iddianamenin 4/23 sayfasında ekonomik alan komitesi başlığı altında KCK/TM’nin ekonomik faaliyetleri anlatılmıştır. Anlatılan faaliyetler KCK sözleşmesinin 14 maddesinin beşinci fıkrasına dayandırmıştır. KCK sözleşmesindeki ilgili madde ekonomik alan merkezini şöyle tanımlar. “Ekonomik alan merkezleri: Demokratik toplum konfederalizminin maliye ve ekonomik politikasını geliştirir ve uygular. Toplumun ihtiyaç duyduğu ekonomik ve mali örgütlenmelere gider. Kaynak, yatırım ve istihdam amaçlı projeler geliştir. Halkın özgücünü harekete geçirerek ekonomik sorunlara çözüm üretir”.

Dosyayı hazırlayanlar yeni bir örgütü açığa çıkarma iddiasıyla hareket ettikleri için eylem-örgütleme vb.nin yanı sıra hayali bir ekonomik alan tarifine girişmişlerdir. Bu girişimlerini KCK sözleşmesinin ekonomik, mali bölümüne dayandırmışlardır. İlgili sözleşmenin anılan bölümüne dayanarak yeni bir suç tipi yaratmışlardır. Bundan hareketle paradan bahseden herkes KCK maliyecisi, para bahsinin geçtiği her konuşma ise örgütün mali faaliyetleri olarak değerlendirilmiştir. Belediye başkanları, meclis üyeleri vb. DTP üyelerinin aylık ödedikleri cüzi miktardaki aidatlar örgüte yapılan yardımlar olarak suçlama konusu yapılmıştır. Bu aidatları teslim alanlar ise örgütün maliyecileri olarak suçlanmıştır.

 

Her şeyiyle resmi olan ve siyasi partiler kanununa göre yürütülen bu çalışmalar iddianamede illegalize edilmekle kalınmamıştır. Birçok TV programına çarpık bir biçimde özünden saptırılarak konu edinmiştir. Dosyadaki iddialar hakkında kamuoyu yanıltılmıştır. Dosya kapsamında çoğunluğu belediye başkanı ve DTP merkez ya da il saymanı olmak üzere yaklaşık 50 kişi mali faaliyet yürütmekle suçlanmıştır. Böylelikle illegal tarif edilen bir örgütün 50 kişiden oluşan bir maliye birimi tanımlanmıştır.

 

Mali faaliyetlere ilişkin suçlamalar iddianamede önemli yer tutmuştur. Bu konudaki suçlamalarda sınır tanınmamıştır. DTP Yerel Yönetimler Bürosunda farklı kişilerin, muhtelif tarihlerde yapılan görüşme ve konuşmaların yorumlanması, ya da gizli tanıkların dedikodu düzeyini aşmayan anlatımları iddianamenin bu bölümünü oluşturmuştur. Fakat dosyaya taşınan suçlamalar somutlaştırılmamış, teyit edilmekten özellikle kaçınılmıştır. DTP Genel Merkez saymanlık kayıtları yasa dışı gösterilerek suçlamalara dayanak yapılmıştır. Genel Merkez saymanı adına bankada açılan hesap örgüt hesabı, buraya aylık olarak üyelik aidatı kapsamında yatırılan paralar da örgüte yapılmış yardımlar olarak değerlendirilmiştir. Bunun dışında hiçbir iddia somutlaştırılamamıştır. İddia edilen faaliyetler kapsamında gönüllü ya da zoraki para alınan tek bir kişi bile dosyaya konulamamıştır. Adına hesap numarası açılan parti genel saymanı ile yardımcısı örgütün mali faaliyetlerinin sorumluları ilan edilmişlerdir. Bahsi geçen hesap numarasına cüzi miktarda aidat yatıran belediye başkanları vb’leri de örgütün mali faaliyetlerinin sürdürücüleri olarak suçlanmıştır. Dosyada suçlama konusu yapılan hesap numarası 2003–2007 tarihleri arasına aittir. Bu süre boyunca hesaptaki toplam para hareketliliği 50 bin TL civarındadır. İddianamede KCK/TM’nin kuruluşu 2007’nin 5. ayında başlatılmıştır. Bahsi geçen hesap numarası ise 2003 da açılmış ve 2007’de kapatılmıştır. İddianamede ekonomik alan sorumlusu olarak birçok insan suçlanmıştır. Elliyi aşkın insan bu alanda çalışmakla suçlanmıştır.

 

Bu bölümde direk şahsıma yöneltilen her hangi bir suçlama yoktur. Telefon-ortam dinlemelerinde ve diğer belgelerde bu alanda faaliyet yürüttüğüne dair tek bir veri bulunmamaktadır. Sadece gizli tanık anlatımlarında bu alanda faaliyet yürüttüğüme dair soyut beyanlar vardır. Bu beyanların hiçbiri teyit edilmemiş, somutlaştırılamamıştır. Bu alanda faaliyet yürüttüğüme ilişkin anlatımda ise DTP genel saymanlık çalışmaları ile Avrupa’da PKK’nin yürüttüğü mali etkinlikler kanıt olarak sunulmuştur. İddianame de “2007’den itibaren Avrupa’da bulunan Kürt kökenli yurttaşlarımızdan düzenli aidat toplandığı, aidatını ödemeyen müzahir kitlenin değişik yöntemlerle cezalandırıldığı ve uzun süredir başı-boş olan örgüte yakın iş adamlarının KARSAZ adlı dernek altında örgütlendirildiği” biçimindeki alıntıyla PKK’nin Avrupa’daki ekonomik faaliyetleri izah edilmiştir. Ekonomik alandaki faaliyetlerin kanıtı olarak PKK’nin Avrupa’da ki faaliyetleri dosyaya taşınmıştır.  Anlatılan faaliyetlerin zemini Avrupa’dır. Avrupa’daki faaliyetlerle dosyada yargılanan kişiler arasında ise bir bağ kurulmamıştır.

 

Dava dosyası toplumsal mühendislik projesi olarak tasarlanmıştır. İçinde çıkılması zor ve karmaşık bir kâğıt yığını olarak kurgulanmıştır. Her türden muhalefete karşı itibarsızlaştırma manifestosu olarak düzenlenmiştir. Bu nedenle hazırlanan iddianame her hangi bir hukuki değere sahip değildir. İddianame ve yargılama bir rehin alma, rehin tutma vesikasıdır. Ayrıca dosyada anlatılanların hiçbirin de maddi bir veri, herhangi biri isim, yer, zaman-mekân yoktur. Yaptılar, ettiler gibi soyut anlatımlarla sınırlıdır.

 

 

Sonuç Olarak:

 

 

Dosyada birbirinden bağımsız kişiler, çalışmalar birleştirerek aynı örgüt olarak tanımlamaya çalışılmıştır. Bu amaçla sağda solda görülen ilgilisiz, alakasız ne kadar belge, doküman varsa dosyaya konulmuştur. Sonuçta başı, sonu belli olmayan, içinden çıkılmaz bir metin ortaya çıkmıştır. Dosyada binlerce maddi hata bulunmaktadır. Şahsıma ilişkin olanlardan bazıları şunladır.

 

1- İddianamenin şahsıma ilişkin bölümünde 18 Ekim 2001 yılında PKK-KADEK adına faaliyet yürütürken yakalandığım ve 12 yıl 6 ay hapis cezası ile cezalandırıldığım yazılmıştır. Bu iddia gerçek dışıdır. Çünkü bahsi geçen tarihte yaklaşık 10 yıllık tutukluyum. Tutuklandığımda KADEK isminde bir oluşum yoktu. Dolayısıyla olmayan ve o süreçte kurulmayan bir örgütten tutuklanmam düşünülemez.

 

2- İddianamede 07.09.2006 tarihinde hakkımda emniyetçe işlem yapıldığı söylenmektedir. Bahsi geçen tarihte ne emniyet, ne de savcılıkta hakkımda böyle bir işlem yapılmamış, gözaltına alınma, soruşturma geçirme gibi bir durum yaşanmamıştır.

 

 3- İddianamede 26.07.2006 tarihinde PKK/TK adına faaliyet yürütme ihbarıyla gözaltına alındığım söylenmektedir. Bu tarihte gözaltına alındığım doğrudur. Gözaltı gerekçesi PKK adına faaliyet yürüttüğüme dair yapılan bir ihbardır. Hem ihbar mektubunda, hem de gözaltı gerekçesinde ve daha sonra yapılan işlemlerde TK’ ya dair herhangi bir iddia bulunmamaktadır. Gözaltı ve soruşturma bir ihbara dayalı olarak gelişmiş ve daha sonra Diyarbakır Cumhuriyet Savcılığının soruşturması delil yetersizliğinden takipsizlikle sonuçlanmıştır. Takipsizlik kararını veren Özel Yetkili Diyarbakır Cumhuriyet Savcılığıdır.

 

4- İddianamede 29 Eylül 2008 tarihinde Avrupa’ya giderken sahte pasaport ile yakalandığım iddia edilmektedir. Bahsi geçen tarihte yakalandığım doğrudur, fakat sahte pasaport iddiası doğru değildir. Yakalandığımda İstanbul Beşiktaş Emniyet Müdürlüğünden almış olduğum kendi adıma düzenlenmiş pasaportum ve adıma alınmış uçak biletim vardı.  Buna ilişkin belgeler dava dosyasının Ek Klasör, sayfa 165–166 dadır. Bu duruma ilişkin belgeler yargılanıp beraat ettiğim İstanbul’daki dava dosyasında bulunmaktadır. Bu gerçekliğe rağmen yakalandığımda iktidar yanlısı basın yoğun bir biçimde sahte pasaportla yakalandığıma ilişkin düzmece haberler yayınladılar. Buna  ilişkin haber kupürlerini emniyet, savcılık sorgu tutanaklarını ve iddianameyi ek bölüm olarak düzenledim, savunmanın sonuna koydum.

 

5- İddianamede 29 Eylül 2008 tarihinde yakalandığımda Belçika’ya Sabri Ok ile görüşmeye gittiğim iddia edilmekte ve buna ilişkin birkaç telefon tapesi kanıt olarak sunulmaktadır. Oysa Belçika’ya değil, başka ülkeye gidecektim. Bunun kanıtı havaalanı kayıtları ve uçak biletimdir. Uçak biletim İstanbul’da yargılandığım dosyada mevcuttur. Dosyanın bütünü buradaki yargılandığım davanın ek klasörlerinde bulunmaktadır. Herhangi bir ülkeye gitmek suç değildir.  Fakat dosyanın nasıl bir kurgu ile hazırlandığını göstermesi açısında ilginç bir örnektir.

 

 6- İddianamenin şahsıma ilişkin bölümde ve ek klasörlerde Diyarbakır Emniyet Müdürlüğüne yazılmış bir ihbar mektubu yer almaktadır. Mektup dosyanın genelinde şahsıma ve birçok arkadaşıma yönelik suçlamaların özeti gibidir. Adeta iddianame bu mektupla özetlenmiştir.

 

Dosyadaki değerlendirmeye göre bu mektup ismi bilinmeyen bir vatandaş tarafından yazılmış ve posta yoluyla emniyete gönderilmiştir. Dosyada mektup ve içersinde gönderildiği zarfın önlü, arkalı fotokopisi yer almaktadır. Zarfın üzerindeki mühüre göre mektubun postaya veriliş tarihi 15. 08. 2008’dir. Mektubun emniyetteki işlem tarihi de aynıdır. Ayrıca mektubun yazıldığı kâğıt üzerindeki tarih de 15.08.2008’dir. Emniyet de kayıt altına alınan bu mektup savcılık tarafından olduğu gibi iddianameye taşınmıştır. İçeriğine baktığımızda 29.09.2008’de İstanbul’da yakalandığım, basında yer aldığım, yakalanmamdan sonra Hasan isimli bir şahısın yerime göreve getirildiği vb. ayrıntılı bir biçimde anlatılmıştır. Mektuptaki anlatımlar şaşırtıcı bir biçimde detaylandırılmıştır. Oysa bunları yazılabilmesi için ya benim Ağustos ayı öncesi yakalanmam gerekiyor ya da mektubun Eylül ayından sonra yazılması gerekiyor. Çünkü 45 gün önceden yakalanacağımı, basında bol-bol yer alacağımı ve yerime Hasan isimli birinin geleceğini ön görmek kâhinlikle de açıklanamaz. İşin özü böyle bir ihbar mektubu yoktur, ihtiyaç duyulduğu için imal edilmiştir. Fakat tesadüfen tarihi tutmamıştır.  Kazara mektuptaki tarih tutsaydı yargılanmamızın kanıtı haline getirilecekti.

 

7- Dosyadaki belgeye göre şahsıma yönelik 444 gün boyunca fiziki teknik takip uygulanmıştır. Tüm bu uygulamalar günlük olarak tutanağa bağlanmıştır. 01.06.2008 tarihinde hakkımda düzenlenen fiziki ve teknik takip tutanağında, takip yapılmadı denilmektedir. Aynı şekilde günlük olarak düzenli tutulan DTP Yerel Yönetimler Bürosunun giriş-çıkış kayıtlarında anılan tarihte büroya girip çıkmadığım ve görüntülerimin olmadığı tutanaklarla düzenlenmiştir. Ancak iddianamenin     27/73 sayfasında aynı gün için (1 Haziran 2008) DTP Yerel Yönetimler Bürosunda konuştuğum ve bu konuşmanın içeriğinin ise suç unsuru teşkil ettiği yazılmıştır. Bir kişinin bulunmadığı bir yerde konuşma yapamayacağı göz önüne alındığında ve fiziki takip yapan görevliler ile yerel yönetim bürosunun 24 saat görüntülerini kaydeden polis kameraları aksini ispatlarken böyle bir iddiada bulunulması, dosyanın niteliğini göstermektedir.

 

8- İddianamenin şahsıma ilişkin bölümünün 27/75 sayfasında başlayıp 27/85’de biten ortam dinlemesi kayıt  tarihi olarak, savcılık sorgusu ve iddianamede farklı görülmektedir. Savcılık soruşturma belgelerinde bu konuşmanın tarihi 18.03.2008’dir.  Fakat 18.03.2008 tarihli teknik ve fiziki takip tutanağında yurt dışında olduğum yazılmaktadır. Pasaport ve yurt dışı giriş- çıkış kayıtları da yurtdışında olduğumu teyit etmektedir. Buna rağmen dosyadaki resmi belgelere göre aynı anda iki ayrı yerde bulunmaktayım. Muhtemelen iddianame hazırlanırken bu durum fark edilmiş olacak ki daha önceki tüm soruşturma belgelerinde geçen 18.03.2008 tarihi iddianamede 18.06.2008 olarak değiştirilmiştir.

 

9- İddianamede 21.06.2008’de DTP Yerel Yönetimler Bürosu’nda örgüte ait 46 sayfalık bir yazıyı çevremde bulunanlara sekiz(8) dakika içerisinde okuduğum yazılmıştır. Saat 10.30’da başlayan bu okumanın 10.38’de bitiği iddia edilmiştir. 46 sayfalık bir yazının 8 dakikada okunabileceği iddiası akıl dışıdır. Buna rağmen iddianamenin 27/85 ile 28/12 sayfalarına taşınmıştır. Soruşturma belgelerine göre bu yazıyı 20.06.2008 tarihinde okunduğum ileri sürülmektedir. Pasaport kayıtlarına ve fiziki teknik kayıtlarına göre bu tarihte yurt dışındayım. Bu nedenle iddianame yazılırken, soruşturma evraklarında 20.06.2008 tarihi 21.06.2008 şeklinde değiştirilmiştir. Fakat aklı başında hiçbir insanın kabullenmeyeceği 46 sayfalık bir yazıyı 8 dakikada okuduğum iddiası olduğu gibi korunmuştur.

 

10- 4 Nisan 2009 Urfa-Halfeti’ye yürüyüş ve sonrasında çıkan olayların organizasyonu yaptığım, talimatını verdiğim iddia edilmiştir. Gizli tanıklar bu etkinlikte organize etme, yönlendirme ve bizzat katılma boyutuyla etkin bir rol oynadığımı ifade etmişlerdir. Bu anlatımlara dayalı olarak bahsi geçen etkinlikler gerekçe göstererek şahsım dahil birçok kişiye 302’ye muhalefetten ağırlaştırılmış hapis cezası talep edilmiştir. Oysa bahsi geçen tarihte 1 Nolu Tekirdağ F Tipinde tutuklu bulunmaktayım.

 

11- Suçlama konusu yapılan örgütlenme kurgularken 5 sözcüsü olduğu iddia edilmiştir. Dosya kapsamında ifadesi bulunan gizli tanık Mercek’te 5 sözcü olduğunu ileri sürmüştür. Fakat ismim dahil edilerek bu sayı 6’ya çıkarılmıştır.

 

12- 28 Mart 2006 Diyarbakır ilinde meydana gelen ve dört gün süren toplumsal olayları organize ettiğim, yönettiğim ve karıştığıma dair iddia Günışığı isimli gizli tanığın anlatımına dayandırılmıştır. Fakat 28 Mart 2006 tarihinde Diyarbakır’da değildim. Bu durumun kanıtı devletin resmi evraklarıdır. 26.03.06 tarihinde uçakla İstanbul’a gittiğime dair bilet ve 29 Mart 2006’da İstanbul Bahçelievler ilçesi Koca Sinan semtinde gezici polis karakolu tarafından gözaltına alındığıma ilişkin kayıtlar mevcuttur. Bu nedenle Diyarbakır’da olmam ve olayları yönetmem mümkün değildir.

 

 

13- Hakkımda yapılan işlemlerde sadece teknik ve fiziki takip tutanakları 500 sayfaya yakın tutmuştur. 25.01.08 tarihi ile 14.04.09 tarihleri arasında hakkımda düzenli olarak bu işlemler yapılmış ve tüm işlemler günlük olarak tutanağa bağlanmıştır. İstihbarat adeta hakkımda günlük tutmuştur. 444 gün boyunca şahsıma ilişkin tutanak tutulmuştur. Uygulamanın kendisi faşizandır. Buna rağmen hazırlanan tutanakların içeriğine itirazım yoktur. Çünkü bu tutanaklar iddia edildiği gibi bir örgütün olmadığını, soruşturmanın DTP’ye karşı yapıldığını ortaya koymakta ve benim- arkadaşlarımın suçluluğunu değil, suçsuzluğunu kanıtlamaktadır.  

 

Soruşturmanın KCK ya da TM’ye yönelik olmadığını, Kürtlerin oluşturduğu yasal, demokratik kurumlara dönük olduğunu en iyi bu tutanaklar anlatmaktadır. İstihbaratın bu tutanakların hiç birinde suç işlediğime ya da suça iştirak ettiğime dair herhangi bir kayıt bulunmamaktadır. Fiziki-teknik takip ve dinlemenin gerekçesi kırsal alandaki PKK gerillalılarıyla irtibat iddiasıdır. Hakkımda mahkemece alınan tüm kararların gerilla ile irtibatta olma, lojistik temin etmek ve milislik yapmak biçimindeki gerekçelere dayandırılmıştır. Fakat 444 gün boyunca yapılan fiziki-teknik takip, ortam-telefon dinlemesi böyle bir faaliyetin olmadığını kanıtlamıştır. Bu yönlü tek bir veri elde edilememiştir. Tutulan tutanakların hiçbirinde bu yönlü bir suçlama yer almamaktadır. Böyle bir gerçeklik sonucu yapılması gereken bu soruşturmanın sonlandırılmasıydı. Fakat bu yapılmamış soruşturma ve bu kapsamda elde edilenler hiçbir hukuksal bağı bulunmamasına rağmen masa başında icat edilen bir örgütlenmeye dayanak yapılmak istenmiştir.

 

14- Soruşturma 3 yıl 4 ay gibi uzun bir süre devam etmiştir. Bu süre boyunca hiçbir hukuksal norma uyulmamış ve insan onuru ayaklar altına alınmıştır. Gerçek anlamda açık faşist rejimlere ve polis devletine özgü her türlü yöntem yapılmıştır. Hayatın her alanına yayılmış teknik ve fiziki takip uygulanmıştır. Her türlü sohbet kayıt altına alınarak dosyaya taşınmıştır. Ortam dinlemeleri, sahte ihbar mektupları, usulüne uygun olmayan dinleme kararları bu sürecin rutin uygulamaları olmuştur. Terörizme karşı mücadele yalanı ile her türlü muhalif çaba, düşünce ve faaliyet dinlenmiş, izlenmiş, fişlenmiş bu çerçevede dosya oluşturulmuştur. Sonrasında uygun an ve zamanda bu dosya şatafatlı bir operasyona dönüştürülmüştür. Buna paralel olarak binlerce yalan, yanlış haber medyaya servis edilmiş ve medyada yargısız bir infaz süreci başlatılmıştır.

 

15- Yargılandığım dosya üzerinde konulan gizlilik kararı uzun süre devam ettirilmiştir. Kendim ya da avukatlarımın dosyanın içeriğine erişimi engellenirken iktidarın basın kolu tarafından dosyaya ilişkin kamuoyu yanlış, tek taraflı bilgilendirilmiştir. Bu yolla yargılama başlamadan hüküm biçilmiş, infaz gerçekleştirilmiştir.

 

 

16- Bu dosya kapsamında yargılandığım suçlamalardan dolayı daha önce İstanbul’da tutuklandım. 8 Ay tutuklu kaldım ve 13. ACM’ de yargılandım, tahliye oldum, beraat ettim. 13. Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanmamın nedeni KCK meclisinde yer alma ve faaliyet yürütme iddiasıydı.  İlerleyen zaman diliminde bu yargılamada delil yetersizliğinden beraat ettim. Fakat birkaç telefon-ortam dinlemesi ve gizli tanık anlatımına dayanarak aynı gerekçelerle Tekirdağ Cezaevi içersinde bir kez daha gözaltına alınıp tutuklandım. Tutuklama ve yargılama gerekçesi İstanbul 13 ACM ile aynıdır. Bu nedenle bu yargılama mükerrerdir. Suçlamalarda birkaç tanesinin eksilmesi ya da çoğalması bu gerçeği değiştirmez.

 

17-İddianamenin şahsıma ait bölümünde 97 telefon görüşmesi ve SMS tapesi kullanılmıştır. Bunların hiçbirinin iddianamedeki olaylarla bağı kurulamamıştır. Zaten telefon dinleme kararları da kurgulanan iddianameden farklıdır.  Soyut ve zorlama yorumlarla bu verilerden suç üretmeye çalışmıştır.

 

18-iddianamenin şahsıma ilişkin bölümüne toplam 22 ortam dinlemesi konulmuştur. Bunların çoğu  bulunmadığım ortamlarda gıyabımda yapılmış sohbetlerdir. Bir kısmı İstanbul da yakalanmamla ilgilidir. İstanbul da yakalanmamın basına yansımaları üzerinde yapılan konuşmalardır. Gıyabımda yapılan diğer konuşmalar ise sadece ramazan ismi geçtiği için dosyaya konulmuştur. Hiç birinden dava konusu olan iddialarla alakası yoktur bana ait olduğu iddiasıyla dosyaya konulan diğer on ortam dinlemesinin ise bir kısmı bana ait değil, diğerleri de herhangi bir suç içermemektedir. Burada ki kimi konuşmaların bana ait olmadığını kanıtı dosyada ki resmi evraklardır. Örneğin Diyarbakır’daki y.yönetimler bürosunda yapılan ve bana mal edilen kimi konuşmaların, yapıldığı tarihte yurt dışında olduğum havaalanı kayıtları ve pasaport kayıtları yer almaktadır.

 

 

 

 

 

 

Gereği Düşünülmedi

 

 

 

Savunmamın bu bölümüne kadar soruşturma ile davanın amaç ve hedeflerini ifade etmeye çalıştım. Bu bölümde ise kısaca duruşmaların başlangıcından bugüne kadar yaşananları özetleyeceğim. Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemelerinin kuruluş amaçlarını ve uygulamalarını tanıdığımı düşünüyorum. Biliniyor ki, her elinde kılıç bulunan kişi nasıl ki cellât değilse, her cüppe giyende yargıç olamaz,

 

Bu ülke’nin tarihi, özel nitelikli yargılamalara yabancı değildir. İstiklal Mahkemeleri, DGM ve Sıkıyönetim Mahkemeleri hala hafızalardaki canlılığını korumaktadır. İstiklal mahkemelerinin ilk hedefi Kürt halkıdır. Bu nedenle Üç Ali ile özdeşleşmiş İstiklal mahkemelerinin ismi Kürtler için zulümle eşdeğerdir. Bu mahkemeler Kürtlere karşı yürütülen tedip-tenkil ve yok etme operasyonlarının en etkili silahlarındandır. Kürtler ezildiği oranda diğer muhalefet de bu mahkemelerin kapsam alanına alınmış, yok edilmeye tabi tutulmuştur. Bu mahkemelerin hukukla, adaletle, vicdanla hiçbir bağının olmadığını bugün herkes kabul etmektedir. İstiklal mahkemelerinden sonra devreye konulan sıkıyönetim mahkemeleri ve DGM’ler de farklı değildir. Tümü tipik faşizan kurumlaşmalardır. Üyeleri askerlerden oluşan ve emir-komuta zinciri içersinde hareket eden bu mahkemelerin ana amacı rejime muhalif olanları yok etmektir. Özel yetkili ACM’ler ise bunların devamı ve güncelleşmiş versiyonudur. Hatta özel yetkilerle donatılmış olmaları, istediği dosya üzerine gizlilik kararı koyarak kişileri sorgusuz-sualsiz yıllarca içerde tutmaları ve diğer uygulamalarıyla bu mahkemeler İstiklal mahkemelerini, DGM’leri aratmakta ve onlara rahmet okutmaktadır. Yargılandığımız davada geçen süre içerisinde yaşananlar, dava dosyasındaki garabetlikler, imal edilmiş deliller ve mahkemenin buna dayanarak sergilediği tavırlar bu gerçekliği kanıtlamaktadır.

 

Türkiye Cumhuriyeti tarihi her döneminde toplumsal mühendislik ürünü yargılamalar yapılmıştır. Tarihi boyunca farklı düşünen, yaşayan, muhalefet eden herkes bu yargılamalardan fazlasıyla payını almıştır. Buradaki göstermelik yargılamalarla her türden muhalefet sindirilmek, tasfiye edilmek istenmiştir. Cumhuriyetin kuruluşunda bu uygulama; Üç Ali’nin elinde adeta kıyım makinesi işlevi görmüştür. İstiklal mahkemesi biçiminde somutlaşanlar tarihten güncele uzanan birer zulüm vesikasıdır. Bu uygulamalar sonrasında sıkıyönetim, DGM biçimine dönüşmüştür. Güncelde ise yapılan makyajlarla özel yetkili ACM biçimini almıştır. Bu faşizan kurumsallaşma ve göstermelik yargılamalar günümüzde ACM’ler aracılığıyla yürütülmektedir. Amaç, hedef ve uygulama olarak bunların birbirinden tek bir farkları yoktur. Tümünün ortak noktası statüko savunuculuğu ve özgürlük düşmanlığıdır. Bu nedenle cumhuriyet tarihi boyunca yargı ve kararları toplum açısından hep sorun teşkil etmiştir. Özellikle Kürtler ve özgürlükler konusunda yargının tutumu her yönüyle statüko savunuculuğudur. Bir asırdır Kürtlere uygulanan tedip, tenkil ve asimilasyon politikasında yargıya biçilen misyon diğer kurumlardan daha fazladır.

 

Bu konuda ACM’ler ve onları oluşturan AKP hükümeti özel bir değerlendirmeyi hak etmektedir. AKP oluşum, iktidarlaşma ve uygulamaları ile tanımlanmaya çalışılmış, çokça değerlendirmeye tabi tutulmuştur. Fakat oldukça bağnaz olan ideolojik yapısı ve pragmatist felsefesinin iktidarlaştıkça, devletle bütünleşmesi ve devletle bütünleştikçe de zülüm makinesine dönüşmesi pek irdelenmemiştir. Kuruluş ve iktidarlaşma sürecinde ne kadar karşı olduğu statüko bekçisi kurum varsa, iktidar döneminde bunları tek-tek ele geçirmiştir. Ele geçirdiklerini yeniden tahakküm ederek birer kıyım makinesine dönüştürmüştür. Örneğin; yıllarca türban üzerinde YÖK’e karşı olduğunu iddia etmiştir. Fakat iktidara geçince YÖK’ü kaldırma yerine, ele geçirip muhaliflerine karşı kullanmıştır.

 

Aynı yaklaşım AYM, HYSK, MGK vb. statüko bekçisi kurumlara yaklaşımda da sergilenmiştir. DGM’den özel ACM’ ye geçiş süreci de, içeriğide aynı çerçevededir.  İktidara geldiği 2002ile 2008 yılları AKP açısında kurumsallaşma ve iktidarını sağlamlaştırma sürecidir. Bu dönem boyunca AKP Kemalist kurama göre şekillenmiş statükoyu tahrip etmeye çalışmıştır. Halka, emeğe ve özgürlüklere düşman bu kurumlarla didişmesini ve ele geçirme çabasını ise dönek solcular ve liberal aydınların yardımı ile demokratikleşme çabası olarak topluma sunmuştur. Bu yolla gerçek yüzünü gizlemiş ve yaptıklarına önemli bir toplumsal meşruiyet sağlamıştır.  Bu uğraşlarına paralel olarak hukuk alanını da yeniden düzenlemiştir. Usta bir makyajla DGM’lerden özel yetkili ACM’lere geçilmiştir. Toplumun tüm gözeneklerine yayılmış istihbarat ağı, bu ağ üzerinde sınırsız yetkilerle donatılmış özel yetkili savcılar ve kendine has yargılama usulleri ile birer rehin alma mekanizmasına dönüşen özel yetkili ağır ceza mahkemeleri bu kapsamda devreye sokulmuştur. Ve bu zülüm makinesi inşa edilirken, devreye sokulurken topluma demokratikleşme olarak sunulmuştur. Bu süreç tamamlandıktan sonra düşünen, konuşan, itiraz eden her kes terörist ilan edilmiş ve rehin alınmıştır. Zaman içinde ülkenin tamamı bir açık cezaevine dönüştürülmüş, toplumun tüm kesimleri terör yasasının hedefi haline gelmiştir.

 

Böylelikle AKP statüko kurumlarını ele geçirdikçe devletleşmiş, devletleştikçe de statükonun keskin kılıcına dönüşmüştür. Kemalist kuram ve kurumların zulme dair 80 yılda yaptıklarını birkaç yıla sığdırmıştır. Zulümle iktidarını sağlamlaştırdıkça, ideolojik mayasını oluşturan milliyetçilik ve bağnazlığa dayanarak Osmanlıyı güncelleştirmeye ve kibirli-hoyrat bir despotizme dönüşmüştür. AKP bu konuma geldikten sonra yüzündeki değişimci maskesini söküp atmış ve tüm zalimliği ile her türden muhalefeti terörizm ilan etmiş, her kültürel farklılığı ise bölücülük biçiminde tanımlayarak ezmeye girişmiştir. Bu tanımlamadan hareketle bastırma ve yok etmeyi temel politika haline getirmiştir. İktidarı sürecinde yaptıkları yüz yıllık cumhuriyet uygulamalarının en sinsi, inceltilmiş ve örtük haldeki tekerrürüdür. Özgürlük ve eşitlik taleplerine karşı yasak ve baskı dışında bir yöntem tanımamıştır. AKP, operasyon ve toplu gözaltı uygulamaları ile muhaliflerini toplama kamplarında rehine haline getirmeyi temel yaklaşım haline getirmiştir.

 

Kuşkusuz hem operasyon, tutuklanıp rehine haline getirilme ve hemde itibarsızlaştırma uygulamalarına en fazla maruz kalanlar örgütlü Kürt muhalefeti olmuştur. Bu kapsamda 14. 02. 2007 tarihinde açılan soruşturma sonucu hakımızda dava dosyası oluşturulmuştur. 14. Nisan 2009’da bu soruşturma kapsamında operasyonlar yapılarak tutuklama yoluna gidilmiştir. 18 ay sonrasında 18. 10. 2010’da davanın duruşmaları başlamıştır. Dava kapsamında toplam 152 kişi bulunmaktadır. Bunların 106’sı tutuklu, diğerleri tutuksuz yargılanmaktadır. Yargılananların 25 belediye başkanıdır. Bir kısmı 2009 seçimleri öncesi görev yaparken, çoğunluğu halen belediye başkanıdır. 3 milletvekili de dosya kapsamında tutuklu yargılanmaktadır÷ İki il genel meclis başkanı, onlarca belediye meclis üyesi, 4 parti genel başkan yardımcısı, bir TV genel yayın koordinatörü, onlarca dernek başkanı vb. kaçma şüphesi var diye tutuklu yargılanmaktadır. Burjuva sistemi temsili demokrasiye dayanır. Toplumun farklı kesimlerini temsil eden bireyler seçimlerle belirlenirler. Yapılan seçimlerle halk iradesinin tecelli etmesi amaçlanır. Tüm anti demokratikliğine rağmen Türkiye’de de seçim sistemi ve amaçladıkları budur. Bu gerçeklik göz önünde bulundurulduğunda burada yargılanan tek-tek bireyler değil, seçimde tecelli etmiş halkın iradesi olduğu görülür. Dava ve yargılanmanın özü budur.

 

Dosya kapsamında yargılanan 25 belediye başkanının her biri bulunduğu yerleşim alanının %70 varan oylarıyla seçilmiştir. İl genel ve belediye meclis üyelerinin durumu farklı değildir. Sadece Diyarbakır nüfusu bir milyon üzerindedir. Batman, Şırnak, Iğdır, Mardin ve seçilmiş temsilcileri tutuklanan diğer kentleri hesapladığımızda yargılananın Kürt halkının kendisi olduğu açığa çıkmaktadır. Yargılama dosyasında yüz kızartıcı bir suç ya da yargılananlardan dolayı zarara uğramış herhangi bir mağdur yoktur. Bundan dolayı dava, Kürt halkının varlığına, kimliğini yaşama çabalarına, düşüncelerini açıklama ve örgütleme uğraşlarına açılmıştır.

 

Yargılanmanın yapıldığı mahkeme salonu tıka-basa asker-polisle doldurulmaktadır. Salonun içinde etrafımız ikili-üçlü asker çemberi ile kuşatılmaktadır. Bu çemberi ‘terör’le mücadele şube polislerin yığınağı tamamlamaktadır. Duruşmalar yüzlerce polis ve askerin kuşatması ve gözetimi altında yapılmaktadır. Savcı ve yargıçlar yargılamayı etraflarını etten duvar ören korumaların gölgesinde yapmaktadırlar. Bu haliyle duruşma mekânı bir mahkeme salonundan çok, bir kışla veya sorgu evi niteliğindedir.  Bu koşullarda başlayan duruşmalarda her sözümüz, davranışımız elektronik aletlerle kontrol edilip-dinlenmekte, salondaki 11 ayrı kamara ile kayıt altına alınmaktadır. Davaya ilişkin konuşmalarımız engellenmekte, savunma hakkımız gasp edilmektedir. 12 Eylülün faşist uygulamalarından olan dil yasağı yeniden uygulanmaktadır. Ana dilde konuşma, savunma yapma talebimiz ‘anlaşılmaz ve bilinmez bir dil’ denilerek bir halkın aşağılanmasına gerekçe yapılmakta, yasaklarla karşılaşmaktadır. Halka yönelen bu hakaret ve aşağılanmaya karşı ‘anlaşılmaz, bilinmez dil’ diyerek, halkımızın tarih, kimlik ve kültürüne hakaret ediyorsunuz, buna hakkınız yok’ itirazımıza, mahkeme heyeti tahammül etmemiş ve bu itirazı bizleri duruşma salonundan atma gerekçesi yapmıştır.

 

Özcesi mahkeme heyeti kendini kral yerine koymaktadır. Hiç kimseye itiraz hakkı tanımamaktadır. Bizleri sorgusuz-yargısız suçlu kabul etmektedir. Bu nedenle yargılanmanın hukuki kimi zorunluluklarını yerine getiren şekli bir uygulanmanın ötesinde bir anlamı yoktur. Dava kapsamında verilen kararlar, duruşma salonunda sergilenen tavırlar böyle bir anlama sahiptir. Bu nedenle çarpıtma, yalan ve iftira manifestosu iddianamenin ve mahkemede yapılan işlemlerin,  bizler açısında her hangi bir hukuki değeri bulunmamaktadır.

 

Sonradan öğrenilmiş bir dille konuşanlar isteseler de süslü, ağdalı cümleler kuramazlar. Ana dil yasağından dolayı sonradan öğrendiğimiz bir dille konuşuyor, yazıyor, meramımızı anlatmaya çalışıyoruz. Soruşturma-dava ve yargılamaya yol açan cumhuriyete yaşıt Kürt sorunun kendisidir. Yasak-baskı ve inkârın sürekli besleyip-büyüttüğü Kürt sorunu olmasaydı ne böyle bir dava açılırdı, nede böylesi bir yargılama yapılırdı.

 

Yüz yıllık yasaklardan-kıyım ve sürgünlerden sonra sömürgeci uygulamaların iflas etiğini her kes kabullenmektedir. Bir asırdır kesintilere uğrayarak devam eden tarihin en uzun isyanı halen bazen keskinleşerek, bazende yavaşlayarak devam etmektedir. İsyan süresince özgürlük uğruna, Kürt halkı binlerce ölüm, yüz binlerin işkence görmesi, sokak ortasında infazların rutinleşmesi, açlık, sefalet, sürgün biçiminde büyük bedeller ödemiş, ödemektedir. Halen halk olarak tüm insani ve ulusal haklarında yoksundur. Bir yazarın deyimi ile ‘Alevi öldürürsen zaman aşımında, Ermeni öldürürsen delil yetersizliğinde, kürt öldürürsen kahramanlıktan cezasız kalma’ diyalektiği işlemeye devam etmektedir.

 

Asimilasyon ve inkâr inceltilmiş bir tarzda, utangaçça sürdürülmektedir. Farklı olan sadece kılık değiştirilmiş olmasıdır. Bir halk ancak tam ve eksiksiz haklarıyla halk kimliğini kazanır. Kürtleri kabullenmek ancak bu hakların tam, eksiksiz kabulüyle mümkündür. Aksi taktirde inkarın güncelleşerek sürmesidir. Bir halka karşı inkâr sürüyorsa, yasak, baskı ve zulüm devam ediyorsa isyan etmek o halk için bir haktır. Hatta insan olmanın gereğidir.  Kürdistan’da zulüm, sömürü, inkâr devam ettikçe de isyan’ın bitmesi düşünülemez. Kürtlerin kaderini tayini, ayrılma ve bağımsız devlet kurma hakkı savunulmadan, kabul edilmeden isyanın bitmesi de, sorunun çözümüde mümkün değildir. Çözümün olmasa-olmazı her halk gibi Kürt halkına da kaderini tayın hakkının âmâsız, fakatsız tanınmasıdır. Bunun dışındaki her arayış daha fazla çözümsüzlük ve sorunun derinleşmesidir. Bu gerçeklik yüz yıllık tecrübe ile kanıtlanmıştır. Savunma içerisine taşıdığım gözaltı, tutsak alma, rehin tutma ve son çeyrek yüz yıllık tanıklıklar bu durumun canlı birer örneğidir.

 

Ben ve arkadaşlarımın yargılanma gerekçesi tamamen bu tarihsel gerçekliğin sonucudur. Fakat 20’inci yüz yılın katliamlı-kıyımlı karanlık günlerinde, istiklal mahkemelerinin başaramadığını, 21 yüzyılın özgürlükler şafağında, özel yetkili ağır ceza mahkemeleri asla başaramaz. Düşünmek bir ateş gibidir. Bir kez yanmaya başlayınca, o ateşi söndürmek mümkün değildir. Yıllar önce adalet ve özgürlük arayışına çıktığımız an, o ateşin kıvılcımlarının çakıldığı zamandı. Onca işkenceli uygulama, tutsaklık koşulları, rehine olarak tutulma, aç, susuz bırakılma bu ateşi söndüremedi. Tutkulu bir sevda gibi aranan özgürlük arayışını durduramadı. Bu yüz karası yargılama, olağan üstü mahkemelerce tutuklanma ve toplama kamplarına dönüşen hapishanelerde rehine alınmalar da önleyemeyecektir. Bir başka dünyanın mümkün olduğuna inanları, en güzel dünyayı kurmayı düşleyenleri durduramayacaktır. Bu inançla tutsak düşen her devrimci gibi geçmişte de, bugünde esaret duvarlarının ve darağaçlarının gölgesinde yaşamanın ötesi yoktur diyerek, yüreğimin efendisi özgürlük, yolumun rotası halkların bağımsızlığı ve kardeşliğidir diyorum. Bu inançla, mahkeme heyeti olarak hükmünüz ne olursa-olsun, kararmamış vicdanlar, eşitlik için çarpan yürekler ve hürriyet uğruna direnen, mücadele eden, bedel ödeyen insanlar nezdinde beratımızın kesin olduğuna inanıyorum. Gelecek özgür yarınlar; eşitlik, adalet ve sosyalizm uğruna direnen, bedel ödeyen ve mücadele edenlerindir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                           EK BÖLÜM:

 

 

                Manşetler Hep Yalan mı Söyleyecek?

 

 

 

 

 

 

                                                                                              14 Temmuz 2011

                                                                         

 

ADRES                                                                              Ramazan MORKOÇ

 

 

Yüksek Güvenlikli D Tipi Cezaevi

C/3.Kayapınar/Diyarbakır  

 

 

 

 

 

 

 Önemli not;

 

Dikkat: sevgili müdürüm, seni, sevgi ve hasretle selamlıyorum. Savunmamı en son olarak böyle düzenledim. Son bir gözden geçirirsin. Redektesini yaparsan sevinirim. Sende gazete kupürleri, mahkeme kararları ve el yazısı ile yazdığım kısa bir bölümde olacaktı. Onları da ‘EK BÖLÜM’ başlığı altına eklersin. Düzenledikten sonra bir çıktısını alıp,getiren arkadaşa vererek bana gönderirsin. Ben en son bir gözden geçirdikten sonra tekrar sana yolarım. Ondan sonra yayınevine verirsin. Uğraştırdığım için üzgünüm. Ama bilmeni isterim ki bu günler her daim geçici olmuştur. Bir kez daha geride kalacaktır. Güzel günler ve yarınlar bizim olacaktır. Bu duygularla selamlıyorum.

                                              Selam-sevgi ve özlemle

 

                                                                        RAMAZAN Morkoç

 

                                     


 

 


Hayat Ve Özgürlük Yargılanamaz...!